…Silahlarımızı toplasınlar. Evlatlarına silah tevzi etsinler.
Benliğimizi parçalasınlar. Ruhumuzu ezsinler. Fakat asla, asla unutmasınlar ki,
Türk ölmedi, yaşıyor.
Kalbinin, ruhunun, müslümanlığının, peygamberinin telkin ettiği ilhamat ile yaşıyor. Ve burayı Yunan‘ a vermeyecektir. Vermek isteyecek kuvvetle paylaşacak kozumuz var. Hatta, süngülerimiz, silahlarımız olmasa bile… Asi ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bu memleketi müdafaa edeceğiz.
Kalbinin, ruhunun, müslümanlığının, peygamberinin telkin ettiği ilhamat ile yaşıyor. Ve burayı Yunan‘ a vermeyecektir. Vermek isteyecek kuvvetle paylaşacak kozumuz var. Hatta, süngülerimiz, silahlarımız olmasa bile… Asi ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bu memleketi müdafaa edeceğiz.
…Yalnız bunu da unutmasınlar ki, Çanakkale kahramanlarının, mavi beyaz
kucağında salibi taşıyan Yunanlılığın canavar hakimiyeti altında yaşatacak tek
hemşiresi, tek bir validesi, ufak bir Türk benliği yoktur. Ancak, evet ancak
hilalin al gölgeleri altında Hakanıyle, pay-ı tahtı ile, İzmir’i ile yaşayacak
bir Türklük vardır.
….Çünkü her şeyden üstün namusumuz var…
Tahsin Recep
( Hasan Tahsin’in, Hukuk-i Beşer gazetesinin 19.02.1919 günlü
baskısındaki ‚Namus Uğrunda!‘ başlıklı yazısından…)
‚Tarih mürekkeple değil kanla yazılır ve kağıtlara değil, savaş alanlarına…‘ önermesinin acımasızlığı, yaşanmışların gölgesinde ne kadar sönük kalsa da, bazen bir kalem bir süngüden çok saha etkili olabiliyor. Ve bazı insanlar kaleminin yetmediği yerde, onu bir silah gibi kullanabiliyor. O da yetmezse sorunun çözümüne, kalemi bırakıp silaha sarılabiliyor. Osman Nevres, nam-ı diğer Hasan Tahsin gibi..
Hasan Tahsin, Türkiye‘ de devlet
tekelindeki legal tarih ile saklı gerçeklere dayalı illegal tarih arasında birçok çatışmaya mahal vermiş bir isimlerden
sadece bir tanesi. Kimine göre bir suikastçı, kimine göre ilk kurşunla alakası
olmayan hayali bir isim, kimine göreyse bir kahraman.
Türkiye gibi hareketli bir tarihe
sahip ülkelerde yancılığa dayalı sorunlar elbette ki vardır. Tarih neşriyatında
bazı şeyler saklanırken bazı şeylerin – gerçek ya da hayal – gözlere sokulması,
konulara duygusal ve milliyetçi bir zihniyetle subjektif bakılmasının
sonucudur. Devletin bekası için başvurulan bu tutum belki de halkların
birlikteliği için gerçekten önemlidir. Devlet kontrolündeki eserlerle, şahsi
eserler ve araştırmalar arasındaki fark
bu noktada baş gösterir. Hasan Tahsin adının 1970‘ lere kadar devletin tarih
kitaplarında geçmemesi bu hikayenin gerçek olmadığı savına zemin hazırlasa da,
ülke içindeki ve dışındaki gazete ve anılarda İzmir‘ deki ayaklanmanın
müsebbibi olarak Hasan Tahsin‘ in gösterilmesi bu çatışmanın en önemli
noktasıdır. Ancak şurası bir gerçektir ki, şahsın isminin bir dönem tarih
kitaplarında geçmemesi, onun Yunan işgaline karşı ilk kurşunu atmadığını
göstermez. Zira İttihatçı tehditlerin sürdüğü Atatürk döneminde Hasan Tahsin
gibi bir Teşkilat- ı Mahsusacının propagandasının yapılması normal olmazdı.
Bugün bizleri yanlış düşüncelere yönelten bu durumu, bugünün gözüyle değil;
zamanının bakış açısıyla irdelersek daha gerçekçi bir yorum yaratabilmiş
oluruz.
Ayrıca ‚ilk kurşun‘ kavramının
yarattığı bir çatışma daha vardır ki, bu ilk kurşunun İzmir‘ de mi yoksa Hatay‘
da mı atıldığıdır. Tarihle ilgili olan insanlar Milli Mücadele‘ deki ilk
kurşunun Dörtyol‘ da atıldığını zaten bilir. Fransa himayesindeki Ermeniler ve
Fransız askerlerinin bölgede yaptıkları zulme daha fazla dayanamayan Mehmet
Çavuş düşman askerleriyle bir kavgaya girer ve sonrasında Karakese Köyü‘ ne
kaçar. Onu yakalamak isteyen Fransız kuvvetleri köyün girişinde beklenmedik bir
silahlı direnişle karşılaşırlar ve burada 15 asker öldürülür. Bu direnişi
düzenleyen ve başlatan Mehmet Çavuş‘ tur. Direnişin ardından Dörtyol‘ a geri
dönen Fransızlar sebepsiz yere Teğmen Hasan‘ ı ağır şekilde yaralarlar ve
birçok kişiyi şehit ederler. Bunun üzerine yöre halkı canını ve namusunu
kurtarmak için her türlü imkanını kullanarak silah satın almaya başlar ve Kara
Hasan önderliğinde direnişe geçer. Böylece, zamanla sayısı 300-400'e
varan bir milli teşkilat ortaya çıkar. 1919 yılı başlarında harekete
geçen Kara Hasan Paşa ve çetesi de, Türkiye'de işgal güçlerine
karşı milli direnişi ilk başlatan teşkilat olmuştur.
Bu bahsi geçen olay İzmir‘ in
işgalinden 5 ay öncedir ve bizim konumuza göre daha münferid bir noktada
durmaktadır. İzmir‘ de atılan ilk kurşun ve Hasan Tahsin‘ in isyanı ise fiili
bir Yunan işgaline karşı yapılmış bir eylem gibi gözükse de sadece İzmir‘ e
değil tüm Türk yurduna yapılan işgale karşı düzenlenmiş planlı ve biliçli bir
direniştir. Ki bu direniş daha sonra Atatürk ile silahlı arkadaşlarının
şekillendirdiği ve başlattığı Milli Mücadele’yi sembolik açıdan tetikleyen bir
eylemdir.Ve bu açıdan bakıldığında aradaki farklar açık bir şekilde
görülebilir. Zira akabinde ortaya çıkan Milli Mücadele kavramı ve dayanışması
sadece Türkiye için değil, Kolonyalizm ve Emperyalizm altında ezilen tüm
milletlerin kurtuluş planlarına da emsal teşkil eder. Bu açıdan bakıldığında,
Mehmet Çavuş‘ un başlattığı direniş önemli ve anlamlı olsa da Osman Nevres‘ in
eylemi ve bu eylemin doğurduğu sonuçlarla kıyaslanamaz.
15 Mayıs 1919 günü, İzmir‘ de neler
yaşandı, atılan şey kurşun muydu yoksa bomba mıydı, anıların dışında tam
manasıyla bilemiyoruz. İnsanoğlunun olduğu her yerde abartılı ya da farklı
anlatımların olması gayet doğal, hele ki içinde tarihe mal olmuş isimler varsa.
O gün orada bence asıl önemli olan o ilk kurşunun atılması ve bir halkın saçılan
bu kıvılcımla düşmana karşı bir olması, harekete geçmesi. Burada anlatılacak
olanlar işte; canını, gerekirse şehrini ateşe atacak bir halkın ilk
kahramanının yaptıkları. Tarihi kendi kanlarıyla İzmir’ in sokaklarına yazanların
hikayesi…
Tarih onu Mondros Mütarekesi
sonrasında çıkarmaya başladığı Hukuk-i Beşer adlı gazeteden tanır ilk kez ve
sonrasında İzmir‘ de Yunan askerine karşı ilk kurşunu atan vatansever gazeteci
olarak... Selanik‘ te 1888‘ de doğar Osman Nevres Recep. Adındaki Osman‘ ı
dedesinden, Recep‘ i ise babasından alan; Selanik gibi bir şehirde yeni
düşüncelere, siyasi olaylara ve akımlara ilgisiz kalamayan Recep, lise
eğitimini tamamladıktan sonra Fevziye Mektebi Müdürü Cavid Bey aracılığıyla
geldiği İstanbul‘ da İttihat ve Terakki çevresiyle ilişkiler kurmaya başlar. Kısa
sürede, İtihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa‘ ya bağlı kurulan
gizli teşkilata; yani Teşkilat- ı Mahsusa‘ ya kendini kabul ettiren genç,
İttihat ve Terakki'nin Türkçü ve İslamcı siyasi görüşleri doğrultusunda, yurt içi ve yurt dışında, karşı-istihbarat,
propaganda, örgütlenme ve suikast eylemlerinde en başta yer alır. İçinde her
geçen gün alevlenen devrimci ruhuyla Darülfünun‘ a girer ancak 1908 Meşrutiyet
ilanı ile devletin Avrupa‘ ya eğitim amaçlı gönderdiği gençler arasında bulur
kendini. Bu bir tesadüf değildir elbet, vatanı müdafa yolunda yapılması gereken
ne varsa yapmaya yeminlidir bu ateşli genç.
Paris‘ te Sorbonne Üniversitesi‘
nde hukuk ve felsefe okuyan Tahsin Recep, Trablusgarp Savaşı‘ nın patlak
verdiği yıllarda vatanını uzaktan korumaya devam etmekte ve zaman zaman Türklük
aleyhindeki olaylara kayıtsız kalamayıp tepki vermekteydi. Bu tepkilerin en
hararetlilerinden biri ise, bir sinemadaki Trablusgarp Savaşı ile ilgili
gösterilen belge filmi ve Türkleri
karalama çabalarına karşıydı. Duramazdı Osman Nevres Recep, yanındaki yakın
arkadaşı Osman Suavi ne olduğunu anlamadan silahındaki mermileri beyaz perdeye
boşaltmıştı bile. Olay sonrası karakola götürüldüklerinde, yaptığından pişman
olmadığını, vatanını ve gerçeği seven her medeni insanın bunu yapacağını,
benzer propoganda ve iftiraların sonu gelmezse eylemlerini yineleyeceğini
söyleyecekti. Olay Fransız basınında da yer aldı, bir gazeteci onun ne kadar
vatansever olduğundan bahsediyordu. Sonrasında bir kafeterya olayına da
imzasını atınca İsviçre mahkemesi tarafından sınırdışı edildi; sorun yoktu,
zaten kendisi Fransa‘ da eğitim görüyordu.
İstanbul‘ a döndüğünde İstanbul
Hükümeti‘ ni gaflet ve çaresizlik içerisinde bulmuştu genç adam. Zaten
Trablusgarb’ ı da bir avuç genç zabit koruyordu. İçinde bulunduğu gafletin
farkında olmayan ve hakkını savunmakta aciz olan sadece Türkler idi ve gizli
komiteler Balkanlar‘ daki devletleri onlara karşı biraraya getirmeye çalışıyordu. Bu olası bir
Balkan Harbi demekti ve yapılması gereken şeyler vardı. Avrupa’yı yakından
tanıyan Recep, bu anti- Türk teşkilatlanmasını ve başındaki İngiliz Buxton Kardeşler
olarak bilinen Noel ve Charles Buxton‘ u, ki Noel daha sonra kısa bir süre için
İngiltere‘ de bakanlığa bile getirilecektir, öğrendiğinde kafasındaki plan hazırdı
bile; onları öldürecekti.
İşte Hasan Tahsin adı bu noktada
devreye girer; teşkilatın sağladığı yeni kimlikle Bükreş‘ e giden silahçı Hasan
Tahsin şehrin merkezinde gerçekleşen Türklük aleyhindeki gösterimlerin birine
girmeyi başarır. Konferans ve gösteri bittiğinde Buxton kardeşlere onları
beklediği holde iki kurşun sıkar.
( Bazı belgelerde iki kardeşin yaralandığı belirtilse de, Lord Buxton‘ un
anılarından kendisinin değil, sadece kardeşinin yaralandığını ve kendisinin
Tahsin‘ i hapis günlerinde sık sık ziyaret ettiğini öğreniyoruz.) Olay
sonrasında hapis cezası alan Tahsin, 1916‘ da Türk – Alman ordularının Bükreş‘
e girmesi sırasında - kaçtı mı kaçırıldı mı bilinmez - cezaevinden
kurtulmuştur.
Bu döneme paralel, bir de vereme tutulma iddası vardır ki;
Bükreş‘ ten döner dönmez İsviçre‘ ye gönderilmesi ve dahi aşırı zayıf olması
muhtemelen bu savı desteklemiştir. Yüksek muhtemel sağlıklı olsa da, onun
vereme tutulduğu ve tedavi amacıyla İsviçre‘ ye gönderildiği söylentisi teşkilatın gizliliğini perdelemesi
açısından işe yaramıştır. Asıl iddia ise İngiltere Parlamentosu‘ nu havaya
uçuracak olan Tahsin‘ in İsviçre‘ yi bir sıçrama noktası olarak kullanma
düşüncesidir.
Bir süre sonra İzmir‘ de ortaya
çıkar Hasan Tahsin. Bu Teşkilat- ı Mahsusacıların yaşadığı ortak kader olsa
gerekti. Kimse onların nerede ve ne yaptıklarını, gerçekte amaçlarının ne
olduğunu, ne zaman nereden çıkacaklarını bilemez, bilse de ifşa edemezdi. Bu
hassas görev, gerçek bir sukunet ve cesaret gerektiriyordu. Zira İzmir’in
işgaline, yani 15 Mayıs 1919‘ a kadar kimse ondan haber alamadı.
Burada kalemini konuşturmak ve
bildiklerini tüm İzmir halkına anlatmak amacıyla Hukuk-i Beşer (İnsan Hakları)
gazetesini çıkarır ve yazılarını ‚Vatansever Hasan Tahsin‘ lakabıyla yayınlar.
Vatan toprağındaki düşmanın ancak halkın içindeki vatan sevgisi, namus, vicdan
gibi duyguların desteklenmesiyle püskürtülebileceğini savunurken, bazı yazıları
sayesinde tarih onu Türkiye‘ de kadın haklarını koruyan ‚ilk erkek‘ olarak
yazmıştır bile.
Tahsin ve arkadaşları, İzmir‘ i
Yunan‘ a vermek niyetinde değillerdi ve "Redd-i
İlhak Heyeti Milliyesi" adıyla bir cemiyet kurmuşlardı. Amaç halkı
direnişe katmaktı ve Kemeraltı’nda bir matbaada hazırladıkları
bildirilerle herkesi 14‘ ü 15‘ e
bağlayan Mayıs gecesinde eski Yahudi Mezarlığı‘ nda yani Maşatlık Meydanı‘ nda
toplanmaya çağırmışlardı. Allah‘ ını, vatanını, İzmir’i seven gelecekti;
vatanperverlik, namus, ahlak bunu gerektirirdi. Dağıtılan bildirilerde yazan
şuydu:
‘Ey Bedbaht Türk! Wilson prensipleri
unvan-ı insaniyetkâranesi altında senin hakkın gasp ve namusun
herkediliyor.Buralarda Rum’un çok olduğu ve Türklerin Yunan’a iltihakını
memnuniyetle kabul edeceği söylendi ve bunun neticesi olarak güzel memleket
Yunan’a verildi.
Şimdi sana soruyoruz: Rum senden daha mı çoktur? Yunan hakimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini göster. Tekmil kardeşlerin Maşatlık’tadır. Oraya yüzbinlerle toplan. Ve kaahir ekseriyetini orada bütün dünyaya göster. İlan ve ispat et. Burada zengin, fakir, âlim, cahil yok. Fakat Yunan hakimiyetini istemeyen kütle-i kaahire vardır. Bu sana düşen en büyük vazifedir. Geri kalma. Hüsran ve nekbet faide vermez. Binlerle, yüzbinlerle Maşatlık’a koş ve Heyet-i Milliye’nin emrine itaat et!...’
Maşatlık’ ın miting alanı olarak seçilmesinin nedeni
kıyıdaki donanmaların dikkatini çekmemek ve işgale karşı verilecek tepkiyi
düşmana sezdirmemekti. Halk dağıldıktan sonra denize kadar yürüdü Hasan Tahsin,
artık elinden alınan İzmir’e bakıyordu.
Kafasında bin bir düşünce dönüyor, zihni bulanıklaşıyor; fakat bu üzüntü
içindeki cesareti perçinliyordu. Yanında oturan arkadaşı Yusuf Bey, onun ne demek istediğini tam olarak anlamasa da,
Tahsin ona ümitsiz olmadıklarını, Türk milletinin dövüşeceğini ve kurtuluş
kıvılcımının İzmir’ de parlayacağını ve belki de tüm memleketi aydınlatacağını
anlatıyordu.
Ona göre iş bir kere dövüşe başlamakta, barutu
ateşlemekteydi. Bunu yaparsa gerisinin geleceğini bildiği kadar, kendisini bekleyen sonun
da bilincindeydi. Orada paramparça edilmekten korkmuyordu vatanını kaybetmekten korktuğu kadar. Karar
vermişti bile, kalemi yetmiyordu madem, kanıyla kurşunuyla başlatacaktı bu
direnişi. Biliyorum, demişti Yusuf Bey’ e, beni paramparça edecekler ama ben de
onların birkaçını parçalayacağım. Gerisini de millet halledecek, yurdumuzdan
kovacak.
Bu
arada Paris Barış Konferansı gerçekleşmiş ve konferansın başındaki emperyalist
güçler (ABD Başkanı Wilson, İngiltere Başbakanı Lloyd George,
Fransa Başbakanı Clemensou ve İtalya Başbakanı Orlando) 12 Mayıs günü İzmir’i
Yunanlılara verdiklerini açıklamışlardı. İşte bu Emperyalist güçlerin
desteklediği Yunan ordusu, sabahın ilk ışıklarıyla, 15 Mayıs 1919’ da İzmir’ e ayak basmaya ve Konak
istikametinde yürümeye başladı. Bu işgal 1919 Ocak’ ından beri bilinse de gerek
yurt içinde gerek dışında gizlenmeye çalışılıyordu. İzmir Valisi Nurettin Paşa,
Osmanlı Devleti tarafından görevden alınıp yerine Kambur İzzet ve Kolordu Komutanlığı'na da Ali
Nadir Paşa atandı ve kendilerine Yunan askerine mukavemet edilmemesi ve
herkesin misafirperverlikle karşılanması gerektiğine dair sert bir dille uyarı
gönderildi. Bu şekilde ordular memlekete sorunsuzca girebilecekti. İstenilen
oldu vali, asker herkes sessizce bu işgali izliyor; onlar sessiz kalırken halk
sesini çıkarmaya çekiniyordu. Anlaşılan bir gece önceki miting işe yaramamıştı.
Ortadoks klisesinin çanlarını, sevinç
çığlıkları atan Rum halkını, gemilerin çaldığı zafer düdüklerini ve bandonun
marşlarını titreyerek dinliyor ve tüm sinirini tabancasının kabzasına veriyordu
Hasan Tahsin. İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos Pasaport İskelesi’ nde gemiden
çıkan askerleri kutsarken ağlıyor, Tahsin ise kalabalığı aşmaya çalışırken ‘ Olamaz,
olamaz, böyle kollarını sallaya sallaya giremezler. Sonunda ölüm var, kan var.
Bunu anlamalılar!’ diye bağırıyordu. Askerler bugünki Konak Meydanı’ na
ulaştıklarında daha fazla dayanamayan Tahsin, revolverini ateşledi. İlk kurşun
alayın başındaki sancaktarın beynine isabet etti. Aniden gelen silah sesiyle
irkilen Yunan komutan ve askerler olayı anlamaya çalışırken önce Yunan bayrağı
düştü yere, ardından başından vurulan sancaktar. Tabancasını boşaltmaya devam
ediyordu Hasan Tahsin, kurşunları bitince de rivayete göre cebindeki bir el
bombasını da birliğin üzerine fırlatıp kaçmaya başladı. Kaçarken bir evin
penceresinde gördüğü yaşlı bir kadına tabancasını gösterip ‘Nine gördün ya,
yarın Tanrı katında şahidim sen ol. Kurşunum bittiği için kaçıyorum.’ Der.
Ancak bu sırada saldırının bir kişi tarafından yapıldığını anlayan askerler
çoktan peşine düşmüşlerdir ve onu orada kurşun yağmuruna tutarlar. Kafasından
aldığı darbeyle yere yığılan Hasan Tahsin’ in bedenine numara yapma ihtimaline
karşı onlarca kez süngü batırırlar. Artık şekli şemali belli olmayan o beden, o
gün orada yalnız değildir. Dönemin gazeteleri olayı anlatırken, Hasan Tahsin, Miralay
Süleyman Fethi Bey, Kaymakam Şükrü Bey, Kolağası Hüseyin Necati Bey,
Yüzbaşı Nazım Bey, Yüzbaşı Ahmet Bey, Doktor Fehmi Bey, Mümeyyiz Nadir Bey,
Mümeyyiz Ahmet Hamdi Bey adlarını bol
bol anacak ve İzmir işgalinin ilk kahramanları olarak yazacaklardır.
İşte o kara ilk günde Yunan askerleri şehirde
yüzlerce kişiyi öldürmüş, yerli Rumların katılımıyla sonraki günlerde İzmir ve
çevresinde Müslüman evlerini yağmalamış, kadın ve çocuklara tecavüz ederek
mezalime devam etmişlerdir. Hasan Tahsin’ in parçalanmış bedeni üç gün yerde
kalmış ve olaylar durulduktan sonra Saat Kulesi’ nin kuzeyinde bugün anıtının
olduğu yerde bulunmuştur. Ancak sonuçta bu ilk kurşun amacına ulaşmış, sonraki
günlerde İzmir ve çevresinde direnişler başlamıştır. Nihayet 9 Eylül 1922’ de
Mustafa Kemal ve askerleri işgali sona erdirmiş ve İzmir’i geri almıştır.
Yaşanılan bu üç yıl, üç ay ve yirmi dört günlük kara dönem bitmiş, tüm dünya
Türk’ ün tutsak olmayacağını anlamıştır.
Başta da söylediğim gibi Hasan Tahsin adı
söylentiler, yalanlamalar, karalamalar ve kısıtlamalarla dolu. Memleketini
seven ve tarihinden haberdar olan herkesin ayırt etmesi gereken bir nokta var
ki o da Hasan Tahsin ‘in yaptığı hareketin milletimize ve tarihimize yansıttığı
değerlerdir. Öyle ki o ilk kurşun, Türklüğün ve Türkiye’ de insan haklarını
savunuculuğunun ilk kurşunudur. Hasan Tahsin gerek gazetesiyle gerek
kurşunlarıyla Türk kardeşlerinin hakkını sonuna kadar savunmuş ve yeni bir Türk
millliyetçiliği kavramı yaratmıştır. Zira kendisini ‘Osmanlı Sosyalisti’ olarak
tanımladığı yazılarında eşitlik, hak, hürriyet kavramlarının üzerinde durmuş ve
mazlumun yanında onlar için savaşmıştır. Bu kurşunlar Türklük için, İslamiyet
için, adalet ve halk için atılmış kurşunlardır; zira Yunan forması altında
saklanmış emperyalist güçlere sıkılmıştır. İzmir’in kurtuluşu, ezilen bir
halkın emperyalizme karşı dünya tarihindeki ilk zaferidir. Bu yüzden hem milli
hem evrenseldir. Düşünsenize, tüm bu olayların yaşandığı yerin İzmir olması
tesadüf müdür?
NOT: Hasan Tahsin’in cesedi bir rivayete gore
olayların sakinleşmesinin ardından ailesi tarafından Harmandalı’ ya taşınmış ve
orada gömülmüştür. Bugün, 1974 yılında İzmir Gazeteciler Cemiyeti ve
İzmirlilerin katkısı ile yaptırılan ‘İlk Kurşun Anıtı’ nın bulunduğu yer
semboliktir ve anıtın bulunduğu taşın
altında 15 Mayıs 1919 günü şehit verdiğimiz ilk kahramanlarımızın isimleri
yazmaktadır. Eğer yolunuz Konak’ a düşerse o anıta dikkatli bakın ve böyle
insanların evlatları olduğunuz, böyle onurlu ve cesur bir şehirde yaşadığınız
için şükredin. Tanrı’nın herkese bağışladığı bir lütuf değildir bu.
Tuğba Çiçek
18.02.2013
Tuğba Çiçek
18.02.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder