18 Şubat 2013 Pazartesi

NAMUS UĞRUNDA BİR ‘KURŞUN‘ KALEM



…Silahlarımızı toplasınlar. Evlatlarına silah tevzi etsinler. Benliğimizi parçalasınlar. Ruhumuzu ezsinler. Fakat asla, asla unutmasınlar ki, Türk ölmedi, yaşıyor.
Kalbinin, ruhunun, müslümanlığının, peygamberinin telkin ettiği ilhamat ile yaşıyor. Ve burayı Yunan‘ a vermeyecektir. Vermek isteyecek kuvvetle paylaşacak kozumuz var. Hatta, süngülerimiz, silahlarımız olmasa bile… Asi ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bu memleketi müdafaa edeceğiz.
 
…Yalnız bunu da unutmasınlar ki, Çanakkale kahramanlarının, mavi beyaz kucağında salibi taşıyan Yunanlılığın canavar hakimiyeti altında yaşatacak tek hemşiresi, tek bir validesi, ufak bir Türk benliği yoktur. Ancak, evet ancak hilalin al gölgeleri altında Hakanıyle, pay-ı tahtı ile, İzmir’i ile yaşayacak bir Türklük vardır.

….Çünkü her şeyden üstün namusumuz var…

Tahsin Recep

( Hasan Tahsin’in, Hukuk-i Beşer gazetesinin 19.02.1919 günlü baskısındaki ‚Namus Uğrunda!‘ başlıklı yazısından…)

 ‚Tarih mürekkeple değil kanla yazılır ve kağıtlara değil, savaş alanlarına…‘ önermesinin acımasızlığı, yaşanmışların gölgesinde ne kadar sönük kalsa da, bazen bir kalem bir süngüden çok saha etkili olabiliyor. Ve bazı insanlar kaleminin yetmediği yerde, onu bir silah gibi kullanabiliyor. O da yetmezse sorunun çözümüne, kalemi bırakıp silaha sarılabiliyor. Osman Nevres, nam-ı diğer Hasan Tahsin gibi..

Hasan Tahsin, Türkiye‘ de devlet tekelindeki legal tarih ile saklı gerçeklere dayalı illegal tarih arasında  birçok çatışmaya mahal vermiş bir isimlerden sadece bir tanesi. Kimine göre bir suikastçı, kimine göre ilk kurşunla alakası olmayan hayali bir isim, kimine göreyse bir kahraman. 

Türkiye gibi hareketli bir tarihe sahip ülkelerde yancılığa dayalı sorunlar elbette ki vardır. Tarih neşriyatında bazı şeyler saklanırken bazı şeylerin – gerçek ya da hayal – gözlere sokulması, konulara duygusal ve milliyetçi bir zihniyetle subjektif bakılmasının sonucudur. Devletin bekası için başvurulan bu tutum belki de halkların birlikteliği için gerçekten önemlidir. Devlet kontrolündeki eserlerle, şahsi eserler ve araştırmalar  arasındaki fark bu noktada baş gösterir. Hasan Tahsin adının 1970‘ lere kadar devletin tarih kitaplarında geçmemesi bu hikayenin gerçek olmadığı savına zemin hazırlasa da, ülke içindeki ve dışındaki gazete ve anılarda İzmir‘ deki ayaklanmanın müsebbibi olarak Hasan Tahsin‘ in gösterilmesi bu çatışmanın en önemli noktasıdır. Ancak şurası bir gerçektir ki, şahsın isminin bir dönem tarih kitaplarında geçmemesi, onun Yunan işgaline karşı ilk kurşunu atmadığını göstermez. Zira İttihatçı tehditlerin sürdüğü Atatürk döneminde Hasan Tahsin gibi bir Teşkilat- ı Mahsusacının propagandasının yapılması normal olmazdı. Bugün bizleri yanlış düşüncelere yönelten bu durumu, bugünün gözüyle değil; zamanının bakış açısıyla irdelersek daha gerçekçi bir yorum yaratabilmiş oluruz.

Ayrıca ‚ilk kurşun‘ kavramının yarattığı bir çatışma daha vardır ki, bu ilk kurşunun İzmir‘ de mi yoksa Hatay‘ da mı atıldığıdır. Tarihle ilgili olan insanlar Milli Mücadele‘ deki ilk kurşunun Dörtyol‘ da atıldığını zaten bilir. Fransa himayesindeki Ermeniler ve Fransız askerlerinin bölgede yaptıkları zulme daha fazla dayanamayan Mehmet Çavuş düşman askerleriyle bir kavgaya girer ve sonrasında Karakese Köyü‘ ne kaçar. Onu yakalamak isteyen Fransız kuvvetleri köyün girişinde beklenmedik bir silahlı direnişle karşılaşırlar ve burada 15 asker öldürülür. Bu direnişi düzenleyen ve başlatan Mehmet Çavuş‘ tur. Direnişin ardından Dörtyol‘ a geri dönen Fransızlar sebepsiz yere Teğmen Hasan‘ ı ağır şekilde yaralarlar ve birçok kişiyi şehit ederler. Bunun üzerine yöre halkı canını ve namusunu kurtarmak için her türlü imkanını kullanarak silah satın almaya başlar ve Kara Hasan önderliğinde direnişe geçer. Böylece, zamanla sayısı 300-400'e  varan bir  milli teşkilat ortaya çıkar. 1919 yılı başlarında harekete geçen  Kara Hasan Paşa ve çetesi de, Türkiye'de  işgal güçlerine karşı milli direnişi ilk başlatan teşkilat olmuştur.

Bu bahsi geçen olay İzmir‘ in işgalinden 5 ay öncedir ve bizim konumuza göre daha münferid bir noktada durmaktadır. İzmir‘ de atılan ilk kurşun ve Hasan Tahsin‘ in isyanı ise fiili bir Yunan işgaline karşı yapılmış bir eylem gibi gözükse de sadece İzmir‘ e değil tüm Türk yurduna yapılan işgale karşı düzenlenmiş planlı ve biliçli bir direniştir. Ki bu direniş daha sonra Atatürk ile silahlı arkadaşlarının şekillendirdiği ve başlattığı Milli Mücadele’yi sembolik açıdan tetikleyen bir eylemdir.Ve bu açıdan bakıldığında aradaki farklar açık bir şekilde görülebilir. Zira akabinde ortaya çıkan Milli Mücadele kavramı ve dayanışması sadece Türkiye için değil, Kolonyalizm ve Emperyalizm altında ezilen tüm milletlerin kurtuluş planlarına da emsal teşkil eder. Bu açıdan bakıldığında, Mehmet Çavuş‘ un başlattığı direniş önemli ve anlamlı olsa da Osman Nevres‘ in eylemi ve bu eylemin doğurduğu sonuçlarla kıyaslanamaz.

15 Mayıs 1919 günü, İzmir‘ de neler yaşandı, atılan şey kurşun muydu yoksa bomba mıydı, anıların dışında tam manasıyla bilemiyoruz. İnsanoğlunun olduğu her yerde abartılı ya da farklı anlatımların olması gayet doğal, hele ki içinde tarihe mal olmuş isimler varsa. O gün orada bence asıl önemli olan o ilk kurşunun atılması ve bir halkın saçılan bu kıvılcımla düşmana karşı bir olması, harekete geçmesi. Burada anlatılacak olanlar işte; canını, gerekirse şehrini ateşe atacak bir halkın ilk kahramanının yaptıkları. Tarihi kendi kanlarıyla İzmir’ in sokaklarına yazanların hikayesi…

Tarih onu Mondros Mütarekesi sonrasında çıkarmaya başladığı Hukuk-i Beşer adlı gazeteden tanır ilk kez ve sonrasında İzmir‘ de Yunan askerine karşı ilk kurşunu atan vatansever gazeteci olarak... Selanik‘ te 1888‘ de doğar Osman Nevres Recep. Adındaki Osman‘ ı dedesinden, Recep‘ i ise babasından alan; Selanik gibi bir şehirde yeni düşüncelere, siyasi olaylara ve akımlara ilgisiz kalamayan Recep, lise eğitimini tamamladıktan sonra Fevziye Mektebi Müdürü Cavid Bey aracılığıyla geldiği İstanbul‘ da İttihat ve Terakki çevresiyle ilişkiler kurmaya başlar. Kısa sürede, İtihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa‘ ya bağlı kurulan gizli teşkilata; yani Teşkilat- ı Mahsusa‘ ya kendini kabul ettiren genç, İttihat ve Terakki'nin Türkçü ve İslamcı siyasi görüşleri doğrultusunda, yurt içi ve yurt dışında, karşı-istihbarat, propaganda, örgütlenme ve suikast eylemlerinde en başta yer alır. İçinde her geçen gün alevlenen devrimci ruhuyla Darülfünun‘ a girer ancak 1908 Meşrutiyet ilanı ile devletin Avrupa‘ ya eğitim amaçlı gönderdiği gençler arasında bulur kendini. Bu bir tesadüf değildir elbet, vatanı müdafa yolunda yapılması gereken ne varsa yapmaya yeminlidir bu ateşli genç.

Paris‘ te Sorbonne Üniversitesi‘ nde hukuk ve felsefe okuyan Tahsin Recep, Trablusgarp Savaşı‘ nın patlak verdiği yıllarda vatanını uzaktan korumaya devam etmekte ve zaman zaman Türklük aleyhindeki olaylara kayıtsız kalamayıp tepki vermekteydi. Bu tepkilerin en hararetlilerinden biri ise, bir sinemadaki Trablusgarp Savaşı ile ilgili gösterilen belge filmi  ve Türkleri karalama çabalarına karşıydı. Duramazdı Osman Nevres Recep, yanındaki yakın arkadaşı Osman Suavi ne olduğunu anlamadan silahındaki mermileri beyaz perdeye boşaltmıştı bile. Olay sonrası karakola götürüldüklerinde, yaptığından pişman olmadığını, vatanını ve gerçeği seven her medeni insanın bunu yapacağını, benzer propoganda ve iftiraların sonu gelmezse eylemlerini yineleyeceğini söyleyecekti. Olay Fransız basınında da yer aldı, bir gazeteci onun ne kadar vatansever olduğundan bahsediyordu. Sonrasında bir kafeterya olayına da imzasını atınca İsviçre mahkemesi tarafından sınırdışı edildi; sorun yoktu, zaten kendisi Fransa‘ da eğitim görüyordu.

İstanbul‘ a döndüğünde İstanbul Hükümeti‘ ni gaflet ve çaresizlik içerisinde bulmuştu genç adam. Zaten Trablusgarb’ ı da bir avuç genç zabit koruyordu. İçinde bulunduğu gafletin farkında olmayan ve hakkını savunmakta aciz olan sadece Türkler idi ve gizli komiteler Balkanlar‘ daki devletleri onlara karşı  biraraya getirmeye çalışıyordu. Bu olası bir Balkan Harbi demekti ve yapılması gereken şeyler vardı. Avrupa’yı yakından tanıyan Recep, bu anti- Türk teşkilatlanmasını ve başındaki İngiliz Buxton Kardeşler olarak bilinen Noel ve Charles Buxton‘ u, ki Noel daha sonra kısa bir süre için İngiltere‘ de bakanlığa bile getirilecektir, öğrendiğinde kafasındaki plan hazırdı bile; onları öldürecekti. 

İşte Hasan Tahsin adı bu noktada devreye girer; teşkilatın sağladığı yeni kimlikle Bükreş‘ e giden silahçı Hasan Tahsin şehrin merkezinde gerçekleşen Türklük aleyhindeki gösterimlerin birine girmeyi başarır. Konferans ve gösteri bittiğinde Buxton kardeşlere onları beklediği holde iki kurşun sıkar. ( Bazı belgelerde iki kardeşin yaralandığı belirtilse de, Lord Buxton‘ un anılarından kendisinin değil, sadece kardeşinin yaralandığını ve kendisinin Tahsin‘ i hapis günlerinde sık sık ziyaret ettiğini öğreniyoruz.) Olay sonrasında hapis cezası alan Tahsin, 1916‘ da Türk – Alman ordularının Bükreş‘ e girmesi sırasında - kaçtı mı kaçırıldı mı bilinmez - cezaevinden kurtulmuştur.

Bu döneme paralel,  bir de vereme tutulma iddası vardır ki; Bükreş‘ ten döner dönmez İsviçre‘ ye gönderilmesi ve dahi aşırı zayıf olması muhtemelen bu savı desteklemiştir. Yüksek muhtemel sağlıklı olsa da, onun vereme tutulduğu ve tedavi amacıyla İsviçre‘ ye gönderildiği  söylentisi teşkilatın gizliliğini perdelemesi açısından işe yaramıştır. Asıl iddia ise İngiltere Parlamentosu‘ nu havaya uçuracak olan Tahsin‘ in İsviçre‘ yi bir sıçrama noktası olarak kullanma düşüncesidir.

Bir süre sonra İzmir‘ de ortaya çıkar Hasan Tahsin. Bu Teşkilat- ı Mahsusacıların yaşadığı ortak kader olsa gerekti. Kimse onların nerede ve ne yaptıklarını, gerçekte amaçlarının ne olduğunu, ne zaman nereden çıkacaklarını bilemez, bilse de ifşa edemezdi. Bu hassas görev, gerçek bir sukunet ve cesaret gerektiriyordu. Zira İzmir’in işgaline, yani 15 Mayıs 1919‘ a kadar kimse ondan haber alamadı.

Burada kalemini konuşturmak ve bildiklerini tüm İzmir halkına anlatmak amacıyla Hukuk-i Beşer (İnsan Hakları) gazetesini çıkarır ve yazılarını ‚Vatansever Hasan Tahsin‘ lakabıyla yayınlar. Vatan toprağındaki düşmanın ancak halkın içindeki vatan sevgisi, namus, vicdan gibi duyguların desteklenmesiyle püskürtülebileceğini savunurken, bazı yazıları sayesinde tarih onu Türkiye‘ de kadın haklarını koruyan ‚ilk erkek‘ olarak yazmıştır bile.

Tahsin ve arkadaşları, İzmir‘ i Yunan‘ a vermek niyetinde değillerdi ve "Redd-i İlhak Heyeti Milliyesi" adıyla bir cemiyet kurmuşlardı. Amaç halkı direnişe katmaktı ve Kemeraltı’nda bir matbaada hazırladıkları bildirilerle  herkesi 14‘ ü 15‘ e bağlayan Mayıs gecesinde eski Yahudi Mezarlığı‘ nda yani Maşatlık Meydanı‘ nda toplanmaya çağırmışlardı. Allah‘ ını, vatanını, İzmir’i seven gelecekti; vatanperverlik, namus, ahlak bunu gerektirirdi. Dağıtılan bildirilerde yazan şuydu:


‘Ey Bedbaht Türk! Wilson prensipleri unvan-ı insaniyetkâranesi altında senin hakkın gasp ve namusun herkediliyor.Buralarda Rum’un çok olduğu ve Türklerin Yunan’a iltihakını memnuniyetle kabul edeceği söylendi ve bunun neticesi olarak güzel memleket Yunan’a verildi.
 
Şimdi sana soruyoruz: Rum senden daha mı çoktur? Yunan hakimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini göster. Tekmil kardeşlerin Maşatlık’tadır. Oraya yüzbinlerle toplan. Ve kaahir ekseriyetini orada bütün dünyaya göster. İlan ve ispat et. Burada zengin, fakir, âlim, cahil yok. Fakat Yunan hakimiyetini istemeyen kütle-i kaahire vardır. Bu sana düşen en büyük vazifedir. Geri kalma. Hüsran ve nekbet faide vermez. Binlerle, yüzbinlerle Maşatlık’a koş ve Heyet-i Milliye’nin emrine itaat et!...’

Maşatlık’ ın miting alanı olarak seçilmesinin nedeni kıyıdaki donanmaların dikkatini çekmemek ve işgale karşı verilecek tepkiyi düşmana sezdirmemekti. Halk dağıldıktan sonra denize kadar yürüdü Hasan Tahsin, artık elinden alınan İzmir’e  bakıyordu. Kafasında bin bir düşünce dönüyor, zihni bulanıklaşıyor; fakat bu üzüntü içindeki cesareti perçinliyordu. Yanında oturan arkadaşı Yusuf Bey, onun  ne demek istediğini tam olarak anlamasa da, Tahsin ona ümitsiz olmadıklarını, Türk milletinin dövüşeceğini ve kurtuluş kıvılcımının İzmir’ de parlayacağını ve belki de tüm memleketi aydınlatacağını anlatıyordu.

Ona göre iş bir kere dövüşe başlamakta, barutu ateşlemekteydi. Bunu yaparsa gerisinin geleceğini bildiği kadar, kendisini bekleyen sonun da bilincindeydi. Orada paramparça edilmekten korkmuyordu  vatanını kaybetmekten korktuğu kadar. Karar vermişti bile, kalemi yetmiyordu madem, kanıyla kurşunuyla başlatacaktı bu direnişi. Biliyorum, demişti Yusuf Bey’ e, beni paramparça edecekler ama ben de onların birkaçını parçalayacağım. Gerisini de millet halledecek, yurdumuzdan kovacak.

Bu arada Paris Barış Konferansı gerçekleşmiş ve konferansın başındaki emperyalist güçler (ABD Başkanı Wilson, İngiltere Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanı Clemensou ve İtalya Başbakanı Orlando) 12 Mayıs günü İzmir’i Yunanlılara verdiklerini açıklamışlardı. İşte bu Emperyalist güçlerin desteklediği Yunan ordusu, sabahın ilk ışıklarıyla, 15 Mayıs 1919’ da İzmir’ e ayak basmaya ve Konak istikametinde yürümeye başladı. Bu işgal 1919 Ocak’ ından beri bilinse de gerek yurt içinde gerek dışında gizlenmeye çalışılıyordu. İzmir Valisi Nurettin Paşa, Osmanlı Devleti tarafından görevden alınıp yerine Kambur İzzet ve Kolordu Komutanlığı'na da Ali Nadir Paşa atandı ve kendilerine Yunan askerine mukavemet edilmemesi ve herkesin misafirperverlikle karşılanması gerektiğine dair sert bir dille uyarı gönderildi. Bu şekilde ordular memlekete sorunsuzca girebilecekti. İstenilen oldu vali, asker herkes sessizce bu işgali izliyor; onlar sessiz kalırken halk sesini çıkarmaya çekiniyordu. Anlaşılan bir gece önceki miting işe yaramamıştı.

Ortadoks klisesinin çanlarını, sevinç çığlıkları atan Rum halkını, gemilerin çaldığı zafer düdüklerini ve bandonun marşlarını titreyerek dinliyor ve tüm sinirini tabancasının kabzasına veriyordu Hasan Tahsin. İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos Pasaport İskelesi’ nde gemiden çıkan askerleri kutsarken ağlıyor, Tahsin ise kalabalığı aşmaya çalışırken ‘ Olamaz, olamaz, böyle kollarını sallaya sallaya giremezler. Sonunda ölüm var, kan var. Bunu anlamalılar!’ diye bağırıyordu. Askerler bugünki Konak Meydanı’ na ulaştıklarında daha fazla dayanamayan Tahsin, revolverini ateşledi. İlk kurşun alayın başındaki sancaktarın beynine isabet etti. Aniden gelen silah sesiyle irkilen Yunan komutan ve askerler olayı anlamaya çalışırken önce Yunan bayrağı düştü yere, ardından başından vurulan sancaktar. Tabancasını boşaltmaya devam ediyordu Hasan Tahsin, kurşunları bitince de rivayete göre cebindeki bir el bombasını da birliğin üzerine fırlatıp kaçmaya başladı. Kaçarken bir evin penceresinde gördüğü yaşlı bir kadına tabancasını gösterip ‘Nine gördün ya, yarın Tanrı katında şahidim sen ol. Kurşunum bittiği için kaçıyorum.’ Der. Ancak bu sırada saldırının bir kişi tarafından yapıldığını anlayan askerler çoktan peşine düşmüşlerdir ve onu orada kurşun yağmuruna tutarlar. Kafasından aldığı darbeyle yere yığılan Hasan Tahsin’ in bedenine numara yapma ihtimaline karşı onlarca kez süngü batırırlar. Artık şekli şemali belli olmayan o beden, o gün orada yalnız değildir. Dönemin gazeteleri olayı anlatırken, Hasan Tahsin, Miralay Süleyman Fethi Bey, Kaymakam Şükrü Bey, Kolağası Hüseyin Necati Bey, Yüzbaşı Nazım Bey, Yüzbaşı Ahmet Bey, Doktor Fehmi Bey, Mümeyyiz Nadir Bey, Mümeyyiz Ahmet Hamdi Bey adlarını bol bol anacak ve İzmir işgalinin ilk kahramanları olarak yazacaklardır.

İşte o kara ilk günde Yunan askerleri şehirde yüzlerce kişiyi öldürmüş, yerli Rumların katılımıyla sonraki günlerde İzmir ve çevresinde Müslüman evlerini yağmalamış, kadın ve çocuklara tecavüz ederek mezalime devam etmişlerdir. Hasan Tahsin’ in parçalanmış bedeni üç gün yerde kalmış ve olaylar durulduktan sonra Saat Kulesi’ nin kuzeyinde bugün anıtının olduğu yerde bulunmuştur. Ancak sonuçta bu ilk kurşun amacına ulaşmış, sonraki günlerde İzmir ve çevresinde direnişler başlamıştır. Nihayet 9 Eylül 1922’ de Mustafa Kemal ve askerleri işgali sona erdirmiş ve İzmir’i geri almıştır. Yaşanılan bu üç yıl, üç ay ve yirmi dört günlük kara dönem bitmiş, tüm dünya Türk’ ün tutsak olmayacağını anlamıştır.

Başta da söylediğim gibi Hasan Tahsin adı söylentiler, yalanlamalar, karalamalar ve kısıtlamalarla dolu. Memleketini seven ve tarihinden haberdar olan herkesin ayırt etmesi gereken bir nokta var ki o da Hasan Tahsin ‘in yaptığı hareketin milletimize ve tarihimize yansıttığı değerlerdir. Öyle ki o ilk kurşun, Türklüğün ve Türkiye’ de insan haklarını savunuculuğunun ilk kurşunudur. Hasan Tahsin gerek gazetesiyle gerek kurşunlarıyla Türk kardeşlerinin hakkını sonuna kadar savunmuş ve yeni bir Türk millliyetçiliği kavramı yaratmıştır. Zira kendisini ‘Osmanlı Sosyalisti’ olarak tanımladığı yazılarında eşitlik, hak, hürriyet kavramlarının üzerinde durmuş ve mazlumun yanında onlar için savaşmıştır. Bu kurşunlar Türklük için, İslamiyet için, adalet ve halk için atılmış kurşunlardır; zira Yunan forması altında saklanmış emperyalist güçlere sıkılmıştır. İzmir’in kurtuluşu, ezilen bir halkın emperyalizme karşı dünya tarihindeki ilk zaferidir. Bu yüzden hem milli hem evrenseldir. Düşünsenize, tüm bu olayların yaşandığı yerin İzmir olması tesadüf müdür?

NOT: Hasan Tahsin’in cesedi bir rivayete gore olayların sakinleşmesinin ardından ailesi tarafından Harmandalı’ ya taşınmış ve orada gömülmüştür. Bugün, 1974 yılında İzmir Gazeteciler Cemiyeti ve İzmirlilerin katkısı ile yaptırılan ‘İlk Kurşun Anıtı’ nın bulunduğu yer semboliktir ve anıtın bulunduğu taşın altında 15 Mayıs 1919 günü şehit verdiğimiz ilk kahramanlarımızın isimleri yazmaktadır. Eğer yolunuz Konak’ a düşerse o anıta dikkatli bakın ve böyle insanların evlatları olduğunuz, böyle onurlu ve cesur bir şehirde yaşadığınız için şükredin. Tanrı’nın herkese bağışladığı bir lütuf değildir bu.

Tuğba Çiçek
18.02.2013 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder