LEVANTEN Mİ, TÜRK MÜ ?
Bugün İzmir'i İzmir yapan; sosyal hayatına, ekonomisine, kültürüne ve insanına sayısız katkılar sağlayan kimilerine göre Batılı, kimilerine göre Doğulu denilen; kendilerine sorduğunuzda ise üzülerek ' Biz ne Türk'üz ne de Avrupalıyız.' diyen bir halk Levantenler. Avrupadan doğuya göç ettikleri için bu adı alan bu grup, özellikle Hollanda, İngiltere, İtalya ve Fransa 'dan Doğu Akdeniz kıyı bölgelerine - yani Levant'e - göç eden gayrimüslim tüccarlar olup Osmanlının sosyo - ekonomik düzleminde tarihi bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Levanten sözcüğü ve Levantenlik kavramı üzerinde tartışmalar süredursun, günümüzde bu kavramlar genel anlamda, ' Özellikle Osmanı Devleti'nin kapitülasyon hakkı vermesiyle Anadolu'ya göç eden, zamanının ve bugünün en önemli liman şehirlerinden biri olan İzmir ve İstanbul' da ticaret ve kolonicilikle uğraşan gayrimüslim Avrupalılar.' olarak kabul görmektedir. Bu yazıda bahsi geçen grup İzmir ' e yerleşenlerdir ancak unutulmamalıdır ki Osmanlı ve günümüz Türkiye' sinde tarihe kattıkları açısından İstanbul Levantenleri de başka bir araştırma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira bu koloniler şehre 991' de Bizans' tan aldıkları imtiyazlarla göçmeye başlamışlar ve İzmir' dekilerden çok daha uzun süredir bu topraklarda ticaret yapmakta ve yaşamaktadırlar.
İşbu noktada akla gelen sorunun cevabı ziyadesiyle basittir: Levantenlerin bu topraklara gelme sebebi, ülkelerinde bulamayacaklari yaşam koşulları ve iş imkanlarıdır. Kazanılan paranın devlet tarafından sağlanan imtiyazlarla sürekli artması da dini, ırkı ne olursa olsun her insanoğlunu cezbedecek en önemli şeydir. Başta sadece ticaret için gelen bu insanlar, sonraları buralarda yaşamaya başlamıştır.
Dışarıdan bakıldığında parlak görülen bu yaşam değişikliği, Levantenleri girilen yeni sosyal ortam içerisinde çözüm arayışlarına itmiştir. Farklı din ve mesheplerden olan bu azınlıkların, farklı dillerde konuşurken anlaşamaması, gerek Türk Müslümanlarla gerek kendi aralarında hayati ve ticari adımlarını atmalarını zorlaştırdığından, kendi aralarında Rumcayı ortak dil seçerken resmi toplantılarda Fransızca konuşmuşlar, çocuklarına azınlık okullarında İtalyanca, Fransızca ve İngilizce öğretmişler; İzmir'in yerli azınlıklarından Rumlar, Gürcüler ve Ermenilerle evlenmişlerdir. Bu durum yaşanılan soruna çözüm getirse de uzun vadede etnik özelliklerini yitirmelerine sebep olmuştur. Bugün birçok Levanten' in 'Ben gerçekten kimim?' sorusunun temelinde bu kültürel değişme yatmaktadır.
Osmanlı kültüründeki hoşgörü şüphesiz ki bu azınlıkların da hayatını kolaylaştıran en önemli etken olmuştur. Öyle ki Türkler gibi Levantenler de dini günlerini kutlayabilmiş, kendilerine özgü kafeler, kültür ve eğlence mekanları kurabilmiş, sefaret tercümanlığı ve diplomasi gibi önemli mevkilerde yer alabilmişlerdir. Pek çoğunun eğitimli ve kültürlü olduğu bu azınlık, İzmir' e sosyal, ekonomik ve kültürel alanda yenilikler kazandırmıştır. Postane, tren yolu, belediye, okul ve hastane gibi hizmetler taşımışlar, şehrin fiziki görüntüsünü modernize etmişler; mimari, kılık - kıyafet ve eğlence anlayışında yenilikler getirmişlerdir. İlerleyen zamanlarda Osmanlı siyasi hayatında ve halk arasında etkin, çoğu kez de belirleyici rol üstlenen Levantenler, zamanla Osmanlı uyruklarının devlete karşı olan yükümlülüklerinden bağışık tutulmaları, devlet nezdindeki saygın konumları ve Avrupalılara özenen giyim - kuşam ve görenekleriyle Osmanlı aydınlarının yanısıra Türk milliyetçiliğinin tepkisini çekmişlerdir. Lugatımızda yer alan ve edebiyatımızda sıkça işlenilen 'alafrangalık' teması, özellikle 17. yüzyılda başlayan ve Levanten hayat tarzıyla gelişen bir Batılı özentiliğini taşımıştır hayatımıza ve kitaplarımıza.
Buca, Bornova ve Karşıyaka' yı kuran bu insanlar sanılanın aksine sadece Osmanlı ve Türkiye' nin fırsatlarından yaralanmamış, ellerini taşın altına sokmayı da -birçok Türk'ün aksine- bilmişlerdir. Kurtuluş Savaşı sırasında köşklerinde asker ve mühimmat saklayan aileler, fabrikalarında askerler için savaş ve sanayi malzemesi üretmişlerdir. Bir konuşmasında Alain Giraud, Kurtuluş
Savaşı’nda ailesinin başından geçen olayı anlatır. ‘Kurtuluş Savaşı
sırasında Türk Ordusu’nun kaput bezi ihtiyacını basma fabrikamızdan
karşıladık. Savaş sonunda da Fransız hükümeti çağırıp hesap sordu,
‘Niçin Türklere savaşta kaput bezi verdiniz?’ diye.
Ülkemizde bulundukları süre boyunca birçok yenilik ve katkıya imza atan Levantenler, İzmir' de ilk belediyeyi (İzmir Belediyesi) Evliyazadelerle birlikte kurarak şehir yönetimine yeni bir anlayış getirmişlerdir. Yine bu insanlar ilk elektrik şirketini kurmuş, ilk hava gazı fabrikasını işletmiş, ilk demiryolu sistemini hayata geçirmiş; Ege Bölgesi’nin ürünlerini dış pazarlara
çıkarıp İzmir’de denizciliğin (Dutilh Denizcilik İşletmesi), bankacılığın (Dersaadet Bankası), ticaretin gelişmesine,
İzmir Ticaret Borsası ve İzmir Ticaret Odası’nın kuruluşuna öncülük
etmişler. Ege toprağı ve Akdeniz İklimi özelliklerini avantaja çevirerek pamuk, zeytinyağı, tütün, kuru incir ve kuru üzüm
gibi ürünlerin işlenmesi ve ihracatına öncülük etmiş, İzmir ürünlerini
"Smyrna" imzasıyla birlikte Avrupa’ya taşımışlardır. İstanbullu ve bankerlik konusunda uzmanlaşmış Levantenler ise mal ve ticaret eksiklerini İzmirli dostlarının bu yatırımlarıyla güçlendirmişlerdir.
1922 yılında Kurtuluş Savaşı'nın bitmesi ve akabinde 1923' te Lozan Antlaşması' nın imzalanmasıyla birlikte tüm Türkler gibi Anadolu' da yaşayan Levantenler ve diğer azınlıkların da hayatı değişmiştir. Kapitülasyonların ve azınlık ayrıcalıklarının kaldırılmasıyla birlikte birçok Levanten için Türkiye' deki hayat sona ermiş; ancak bir kısmı İzmir ve İstanbul' da kalarak ticari ve sosyal hayatlarına devam etmişlerdir. Bugün İzmir ekonomisine azımsanamayacak katkıları olan Levantenler, Cumhuriyet döneminde de burada yaşamaya devam edenlerdir.
Lucien Arkas, Alain Giraud, Alexi Baltazzi, Franz Şlozer, Eliza Pettita, Leonardo Baba ve Maria Rita Epik bu isimlerin başlıcaları. Trajikomik ama şaşalı hayat hikayeleri olan bu isimlerden en tanınmışı ve gerçek bir İzmir aşığı olan Lucien Arkas yurtdışındaki bir anısından; ‘Bir seyahatim sırasında Türklere karşı hep
önyargılı konuşmalar geçti. Benim Türk olduğumu bilmiyorlardı. Ben de
‘Türküm’ dedim çok şaşırdılar. Benden korkuyor musunuz diye sorduğumda
şaşkınlıkla karşılandım’. diye bahseder.
Fransa'dan İzmir'e, Fransız İhtilali'nden hemen sonra gelmiş olan Giraud ailesi Avrupalıların çiftlikler kurduğu Bornova'daki evlerinde
Brian Giraud ve Mark Giraud kuzenleri Martin Steinbuchel ve Philip
Whittall ile birlikte yaşıyor. Mustafa Koç'un eşi Caroline Koç, Girauld ailesinden geliyor. Bir İzmir aşığı olan Alain Giraud, 7 yıl
Kanada’da yaşadığını ve her gece ‘Allahım ne olur gözlerimi İzmir’de
açayım.’ diye dua ettiğini söylerken, Herve Giraud İzmir Pamuk Mensucat, İzmir Basma Sanayii gibi dev sanayi tesislerinde üretim ve ihracatı sürdürüyor.
Alsancak’ın 150 yıllık çiçekçisi Franz Şlozer
ise Avusturya’dan gelen ender Levantenlerden olduğunu ve ailesinin 150 yıldır aynı
semtte çiçekçilik yaptığını belirtirken esprili bir dille ‘Biz bir aşureyiz’
diyor.
Malta-İngiltere kökenli bir aileden gelen William Buttigieg 20 yıldır
İngiltere'nin İzmir Konsolosluğu görevini yürütüyor. İzmir'de eşi Amelia
ve kızı Mary-Jane ile birlikte yaşıyor.
İzmir'e İngiltere'den göçen bir ailenin üyesi olan Alfred Simes, 100
yaşına girdiğinde Kraliçe Elizabeth'ten tebrik mektubu aldı. 101'inci
yaşını ise 2010 yılında yine İzmir'de oğlu Rodney ve torunu Andres ile
birlikte kutlamıştı. Alfred uzun yaşamında Joseph Stalin ve Adolf Hitler
ile tanışma fırsatı buldu. I. Dünya Savaşı'nın en ünlü isimlerinden
"Arabistanlı Lawrence" lakaplı, Arap kabilelerini Türklere karşı kışkırtıcı ve örgütleyici davranışlarıyla tanınan Yarbay Thomas Edward Lawrence da Simes'in
aile evinde kalmıştı.
Gerald Wookey ve Ruby Gladys Whittall'un kızı olan Daphne Wookey,
yazları Çeşme'de geçiriyor. 81 yaşındaki İngiliz vatandaşı, 1940'lı
yıllarda İzmir'e gelip otomobil ihracatına başlayan İtalyan Enrico
Aliberti ile evli. Kökenleri İtalya'nın Saluzzo kentine dayanan Aliberti
ailesinin ikinci ve üçüncü kuşak isimleri Enrico Ricardo Aliberti ve
oğlu Andrea şimdi otomotiv sektöründe aile işine devam ediyor.
Şimdilerde Karavan Turizm İşletmesi’nin başında
bulunan Alex Baltazzi’nin 1745 yılında Venedik’ten Anadolu’ya gelen
ataları, Osmanlı’nın ilk bankası olan ve 1847' de İstanbul' da faaliyete başlayan "Dersaadet Bankası"nın ( Banque de Constantinople ) kurucularındandır.
Ayrıca Boğaziçi' nde ilk yolcu ve yük taşımacılığı yapan ve Türkiye' deki ilk anonim ortaklık olan vapurculuk şirketi "Şirket - i Hayriye"nin ilk gemilerini getirmişlerdir.
İki yüz yıl önce Hollanda’dan gelen Dutilh’lerin çocukları Karel ve Hendrik kardeşler, 16 yıl İzmir’in, 4 yıl Türkiye’nin vergi şampiyonu olmuş. Bu iki kardeş Dutilh Denizcilik İşletmesi’ni geçtiğimiz yıllar Anadolu Deniz Ticaret Şirketi’ne bırakarak iş hayatından ayrılmış.
1850’lerde İzmir’e yerleşen Micaleff ailesinin
son temsilcisi Noel Micaleff, zeytinyağı pazarında büyük ağırlığı olan
ve Kristal markası ile yağ pazarlayan Ticaret ve Sanayi Kontuvarı’nın
başında.
Ruggero Mainetti’nin kuru meyve işleme ve ihracatı yaptığı, Pierro Corsini’nin Cemal Özgörkey ile birlikte ambalaj ve baskı işinde ortaklıklığının bulunduğu biliniyor.
Haklarında çok tartışılan, belgeseller yapılan, kimlik ve ırk tartışmalarına sebep olan Levantenler kim olurlarsa olsunlar aksi kabul edilemeyecek bir şey var ki, Anadolu ve İzmir topraklarına çok şey borçlu oldukları kadar çok şey kazandırdıklarıdır. Yazımın başında belirttiğime ek, kendilerine Levanten denmesini istemeyen, bunu aşağılama kabul eden bu isimler bugün kendilerini İzmirli Hristiyan Türk olarak görmekte; hatta bir çoğu da Türk kimliği taşımaktadır. Anadolu ahalisinin de zamanında İzmir' e 'gavur' sıfatını kullanmaları da yine bu kişiler sebebiyledir ki meyhaneleriyle, kahvehaneleriyle, tiyatrolarıyla, kulüpleriyle,
müziğiyle, futboluyla, tenisiyle bu hayatı yaşayanlar da gerek oralarda
yerleşmiş levantenler, yani artık Osmanlı olmuş sayılan yabancılar gerekse İzmir'in yerli gayrımüslim halkıydı,
eski reaya yani... Ve bu insanların bir kısmı Milli Mücadele' de Atatürk'ün yanında yer alan ve bugüne kadar İzmir'i terk etmeyen; belki çoğu Türk kimlikli vatandaştan çok daha Türk hissedenlerdi. Onlar İzmir' de doğdular, İzmir' de evlendiler, çocukları ve torunları İzmir' de yetişti. Nerelisin denildiğinde gururla verdikleri yanıt, ‘İzmirliyim. 500 yıldır İzmirliyim’ oldu. Batının en doğusu, doğunun en batısı İzmir onlar olmasaydı eksik kalmaz mıydı?
Şimdi bakıyorum da küreselleşmenin acımasız dinamikleri nedeniyle, sermayesini, hayatını, ailesini koruma derdine düşüp sanayi ve ticaretten el çekmeleri; İzmir'i terketmek zorunda kalıp İstanbul' a dahası Avrupa' ya dönmek zorunda kalmaları ne acı.. Hem onlar hem bizim için...
TUĞBA ÇİÇEK
15.01.2013
Şimdi sana soruyoruz: Rum senden daha mı çoktur? Yunan hakimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini göster. Tekmil kardeşlerin Maşatlık’tadır. Oraya yüzbinlerle toplan. Ve kaahir ekseriyetini orada bütün dünyaya göster. İlan ve ispat et. Burada zengin, fakir, âlim, cahil yok. Fakat Yunan hakimiyetini istemeyen kütle-i kaahire vardır. Bu sana düşen en büyük vazifedir. Geri kalma. Hüsran ve nekbet faide vermez. Binlerle, yüzbinlerle Maşatlık’a koş ve Heyet-i Milliye’nin emrine itaat et!...’
TUĞBA ÇİÇEK
15.01.2013
NAMUS UĞRUNDA BİR ‘KURŞUN‘ KALEM
…Silahlarımızı toplasınlar. Evlatlarına silah tevzi etsinler.
Benliğimizi parçalasınlar. Ruhumuzu ezsinler. Fakat asla, asla unutmasınlar ki,
Türk ölmedi, yaşıyor. Kalbinin, ruhunun, müslümanlığının, peygamberinin telkin
ettiği ilhamat ile yaşıyor. Ve burayı Yunan‘ a vermeyecektir. Vermek isteyecek
kuvvetle paylaşacak kozumuz var. Hatta, süngülerimiz, silahlarımız olmasa bile…
Asi ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle
bu memleketi müdafaa edeceğiz.
…Yalnız bunu da unutmasınlar ki, Çanakkale kahramanlarının, mavi beyaz
kucağında salibi taşıyan Yunanlılığın canavar hakimiyeti altında yaşatacak tek
hemşiresi, tek bir validesi, ufak bir Türk benliği yoktur. Ancak, evet ancak
hilalin al gölgeleri altında Hakanıyle, pay-ı tahtı ile, İzmir’i ile yaşayacak
bir Türklük vardır.
….Çünkü her şeyden üstün namusumuz var…
Tahsin Recep
( Hasan Tahsin’in, Hukuk-i Beşer gazetesinin 19.02.1919 günlü
baskısındaki ‚Namus Uğrunda!‘ başlıklı yazısından…)
‚Tarih mürekkeple değil kanla yazılır ve kağıtlara değil, savaş alanlarına…‘ önermesinin acımasızlığı, yaşanmışların gölgesinde ne kadar sönük kalsa da, bazen bir kalem bir süngüden çok saha etkili olabiliyor. Ve bazı insanlar kaleminin yetmediği yerde, onu bir silah gibi kullanabiliyor. O da yetmezse sorunun çözümüne, kalemi bırakıp silaha sarılabiliyor. Osman Nevres, nam-ı diğer Hasan Tahsin gibi..
Hasan Tahsin, Türkiye‘ de devlet
tekelindeki legal tarih ile saklı gerçeklere dayalı illegal tarih arasında birçok çatışmaya mahal vermiş bir isimlerden
sadece bir tanesi. Kimine göre bir suikastçı, kimine göre ilk kurşunla alakası
olmayan hayali bir isim, kimine göreyse bir kahraman.
Türkiye gibi hareketli bir tarihe
sahip ülkelerde yancılığa dayalı sorunlar elbette ki vardır. Tarih neşriyatında
bazı şeyler saklanırken bazı şeylerin – gerçek ya da hayal – gözlere sokulması,
konulara duygusal ve milliyetçi bir zihniyetle subjektif bakılmasının
sonucudur. Devletin bekası için başvurulan bu tutum belki de halkların
birlikteliği için gerçekten önemlidir. Devlet kontrolündeki eserlerle, şahsi
eserler ve araştırmalar arasındaki fark
bu noktada baş gösterir. Hasan Tahsin adının 1970‘ lere kadar devletin tarih
kitaplarında geçmemesi bu hikayenin gerçek olmadığı savına zemin hazırlasa da,
ülke içindeki ve dışındaki gazete ve anılarda İzmir‘ deki ayaklanmanın
müsebbibi olarak Hasan Tahsin‘ in gösterilmesi bu çatışmanın en önemli
noktasıdır. Ancak şurası bir gerçektir ki, şahsın isminin bir dönem tarih
kitaplarında geçmemesi, onun Yunan işgaline karşı ilk kurşunu atmadığını
göstermez. Zira İttihatçı tehditlerin sürdüğü Atatürk döneminde Hasan Tahsin
gibi bir Teşkilat- ı Mahsusacının propagandasının yapılması normal olmazdı.
Bugün bizleri yanlış düşüncelere yönelten bu durumu, bugünün gözüyle değil;
zamanının bakış açısıyla irdelersek daha gerçekçi bir yorum yaratabilmiş
oluruz.
Ayrıca ‚ilk kurşun‘ kavramının
yarattığı bir çatışma daha vardır ki, bu ilk kurşunun İzmir‘ de mi yoksa Hatay‘
da mı atıldığıdır. Tarihle ilgili olan insanlar Milli Mücadele‘ deki ilk
kurşunun Dörtyol‘ da atıldığını zaten bilir. Fransa himayesindeki Ermeniler ve
Fransız askerlerinin bölgede yaptıkları zulme daha fazla dayanamayan Mehmet
Çavuş düşman askerleriyle bir kavgaya girer ve sonrasında Karakese Köyü‘ ne
kaçar. Onu yakalamak isteyen Fransız kuvvetleri köyün girişinde beklenmedik bir
silahlı direnişle karşılaşırlar ve burada 15 asker öldürülür. Bu direnişi
düzenleyen ve başlatan Mehmet Çavuş‘ tur. Direnişin ardından Dörtyol‘ a geri
dönen Fransızlar sebepsiz yere Teğmen Hasan‘ ı ağır şekilde yaralarlar ve
birçok kişiyi şehit ederler. Bunun üzerine yöre halkı canını ve namusunu
kurtarmak için her türlü imkanını kullanarak silah satın almaya başlar ve Kara
Hasan önderliğinde direnişe geçer. Böylece, zamanla sayısı 300-400'e
varan bir milli teşkilat ortaya çıkar. 1919 yılı başlarında harekete
geçen Kara Hasan Paşa ve çetesi de, Türkiye'de işgal güçlerine
karşı milli direnişi ilk başlatan teşkilat olmuştur.
Bu bahsi geçen olay İzmir‘ in
işgalinden 5 ay öncedir ve bizim konumuza göre daha münferid bir noktada
durmaktadır. İzmir‘ de atılan ilk kurşun ve Hasan Tahsin‘ in isyanı ise fiili
bir Yunan işgaline karşı yapılmış bir eylem gibi gözükse de sadece İzmir‘ e
değil tüm Türk yurduna yapılan işgale karşı düzenlenmiş planlı ve biliçli bir
direniştir. Ki bu direniş daha sonra Atatürk ile silahlı arkadaşlarının
şekillendirdiği ve başlattığı Milli Mücadele’yi sembolik açıdan tetikleyen bir
eylemdir.Ve bu açıdan bakıldığında aradaki farklar açık bir şekilde
görülebilir. Zira akabinde ortaya çıkan Milli Mücadele kavramı ve dayanışması
sadece Türkiye için değil, Kolonyalizm ve Emperyalizm altında ezilen tüm
milletlerin kurtuluş planlarına da emsal teşkil eder. Bu açıdan bakıldığında,
Mehmet Çavuş‘ un başlattığı direniş önemli ve anlamlı olsa da Osman Nevres‘ in
eylemi ve bu eylemin doğurduğu sonuçlarla kıyaslanamaz.
15 Mayıs 1919 günü, İzmir‘ de neler
yaşandı, atılan şey kurşun muydu yoksa bomba mıydı, anıların dışında tam
manasıyla bilemiyoruz. İnsanoğlunun olduğu her yerde abartılı ya da farklı
anlatımların olması gayet doğal, hele ki içinde tarihe mal olmuş isimler varsa.
O gün orada bence asıl önemli olan o ilk kurşunun atılması ve bir halkın saçılan
bu kıvılcımla düşmana karşı bir olması, harekete geçmesi. Burada anlatılacak
olanlar işte; canını, gerekirse şehrini ateşe atacak bir halkın ilk
kahramanının yaptıkları. Tarihi kendi kanlarıyla İzmir’ in sokaklarına yazanların
hikayesi…
Tarih onu Mondros Mütarekesi
sonrasında çıkarmaya başladığı Hukuk-i Beşer adlı gazeteden tanır ilk kez ve
sonrasında İzmir‘ de Yunan askerine karşı ilk kurşunu atan vatansever gazeteci
olarak... Selanik‘ te 1888‘ de doğar Osman Nevres Recep. Adındaki Osman‘ ı
dedesinden, Recep‘ i ise babasından alan; Selanik gibi bir şehirde yeni
düşüncelere, siyasi olaylara ve akımlara ilgisiz kalamayan Recep, lise
eğitimini tamamladıktan sonra Fevziye Mektebi Müdürü Cavid Bey aracılığıyla
geldiği İstanbul‘ da İttihat ve Terakki çevresiyle ilişkiler kurmaya başlar. Kısa
sürede, İtihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa‘ ya bağlı kurulan
gizli teşkilata; yani Teşkilat- ı Mahsusa‘ ya kendini kabul ettiren genç,
İttihat ve Terakki'nin Türkçü ve İslamcı siyasi görüşleri doğrultusunda, yurt içi ve yurt dışında, karşı-istihbarat,
propaganda, örgütlenme ve suikast eylemlerinde en başta yer alır. İçinde her
geçen gün alevlenen devrimci ruhuyla Darülfünun‘ a girer ancak 1908 Meşrutiyet
ilanı ile devletin Avrupa‘ ya eğitim amaçlı gönderdiği gençler arasında bulur
kendini. Bu bir tesadüf değildir elbet, vatanı müdafa yolunda yapılması gereken
ne varsa yapmaya yeminlidir bu ateşli genç.
Paris‘ te Sorbonne Üniversitesi‘
nde hukuk ve felsefe okuyan Tahsin Recep, Trablusgarp Savaşı‘ nın patlak
verdiği yıllarda vatanını uzaktan korumaya devam etmekte ve zaman zaman Türklük
aleyhindeki olaylara kayıtsız kalamayıp tepki vermekteydi. Bu tepkilerin en
hararetlilerinden biri ise, bir sinemadaki Trablusgarp Savaşı ile ilgili
gösterilen belge filmi ve Türkleri
karalama çabalarına karşıydı. Duramazdı Osman Nevres Recep, yanındaki yakın
arkadaşı Osman Suavi ne olduğunu anlamadan silahındaki mermileri beyaz perdeye
boşaltmıştı bile. Olay sonrası karakola götürüldüklerinde, yaptığından pişman
olmadığını, vatanını ve gerçeği seven her medeni insanın bunu yapacağını,
benzer propoganda ve iftiraların sonu gelmezse eylemlerini yineleyeceğini
söyleyecekti. Olay Fransız basınında da yer aldı, bir gazeteci onun ne kadar
vatansever olduğundan bahsediyordu. Sonrasında bir kafeterya olayına da
imzasını atınca İsviçre mahkemesi tarafından sınırdışı edildi; sorun yoktu,
zaten kendisi Fransa‘ da eğitim görüyordu.
İstanbul‘ a döndüğünde İstanbul
Hükümeti‘ ni gaflet ve çaresizlik içerisinde bulmuştu genç adam. Zaten
Trablusgarb’ ı da bir avuç genç zabit koruyordu. İçinde bulunduğu gafletin
farkında olmayan ve hakkını savunmakta aciz olan sadece Türkler idi ve gizli
komiteler Balkanlar‘ daki devletleri onlara karşı biraraya getirmeye çalışıyordu. Bu olası bir
Balkan Harbi demekti ve yapılması gereken şeyler vardı. Avrupa’yı yakından
tanıyan Recep, bu anti- Türk teşkilatlanmasını ve başındaki İngiliz Buxton Kardeşler
olarak bilinen Noel ve Charles Buxton‘ u, ki Noel daha sonra kısa bir süre için
İngiltere‘ de bakanlığa bile getirilecektir, öğrendiğinde kafasındaki plan hazırdı
bile; onları öldürecekti.
İşte Hasan Tahsin adı bu noktada
devreye girer; teşkilatın sağladığı yeni kimlikle Bükreş‘ e giden silahçı Hasan
Tahsin şehrin merkezinde gerçekleşen Türklük aleyhindeki gösterimlerin birine
girmeyi başarır. Konferans ve gösteri bittiğinde Buxton kardeşlere onları
beklediği holde iki kurşun sıkar.
( Bazı belgelerde iki kardeşin yaralandığı belirtilse de, Lord Buxton‘ un
anılarından kendisinin değil, sadece kardeşinin yaralandığını ve kendisinin
Tahsin‘ i hapis günlerinde sık sık ziyaret ettiğini öğreniyoruz.) Olay
sonrasında hapis cezası alan Tahsin, 1916‘ da Türk – Alman ordularının Bükreş‘
e girmesi sırasında - kaçtı mı kaçırıldı mı bilinmez - cezaevinden
kurtulmuştur.
Bu döneme paralel, bir de vereme tutulma iddası vardır ki;
Bükreş‘ ten döner dönmez İsviçre‘ ye gönderilmesi ve dahi aşırı zayıf olması
muhtemelen bu savı desteklemiştir. Yüksek muhtemel sağlıklı olsa da, onun
vereme tutulduğu ve tedavi amacıyla İsviçre‘ ye gönderildiği söylentisi teşkilatın gizliliğini perdelemesi
açısından işe yaramıştır. Asıl iddia ise İngiltere Parlamentosu‘ nu havaya
uçuracak olan Tahsin‘ in İsviçre‘ yi bir sıçrama noktası olarak kullanma
düşüncesidir.
Bir süre sonra İzmir‘ de ortaya
çıkar Hasan Tahsin. Bu Teşkilat- ı Mahsusacıların yaşadığı ortak kader olsa
gerekti. Kimse onların nerede ve ne yaptıklarını, gerçekte amaçlarının ne
olduğunu, ne zaman nereden çıkacaklarını bilemez, bilse de ifşa edemezdi. Bu
hassas görev, gerçek bir sukunet ve cesaret gerektiriyordu. Zira İzmir’in
işgaline, yani 15 Mayıs 1919‘ a kadar kimse ondan haber alamadı.
Burada kalemini konuşturmak ve
bildiklerini tüm İzmir halkına anlatmak amacıyla Hukuk-i Beşer (İnsan Hakları)
gazetesini çıkarır ve yazılarını ‚Vatansever Hasan Tahsin‘ lakabıyla yayınlar.
Vatan toprağındaki düşmanın ancak halkın içindeki vatan sevgisi, namus, vicdan
gibi duyguların desteklenmesiyle püskürtülebileceğini savunurken, bazı yazıları
sayesinde tarih onu Türkiye‘ de kadın haklarını koruyan ‚ilk erkek‘ olarak
yazmıştır bile.
Tahsin ve arkadaşları, İzmir‘ i
Yunan‘ a vermek niyetinde değillerdi ve "Redd-i
İlhak Heyeti Milliyesi" adıyla bir cemiyet kurmuşlardı. Amaç halkı
direnişe katmaktı ve Kemeraltı’nda bir matbaada hazırladıkları
bildirilerle herkesi 14‘ ü 15‘ e
bağlayan Mayıs gecesinde eski Yahudi Mezarlığı‘ nda yani Maşatlık Meydanı‘ nda
toplanmaya çağırmışlardı. Allah‘ ını, vatanını, İzmir’i seven gelecekti;
vatanperverlik, namus, ahlak bunu gerektirirdi. Dağıtılan bildirilerde yazan
şuydu:
‘Ey Bedbaht Türk! Wilson prensipleri
unvan-ı insaniyetkâranesi altında senin hakkın gasp ve namusun
herkediliyor.Buralarda Rum’un çok olduğu ve Türklerin Yunan’a iltihakını
memnuniyetle kabul edeceği söylendi ve bunun neticesi olarak güzel memleket
Yunan’a verildi.
Şimdi sana soruyoruz: Rum senden daha mı çoktur? Yunan hakimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini göster. Tekmil kardeşlerin Maşatlık’tadır. Oraya yüzbinlerle toplan. Ve kaahir ekseriyetini orada bütün dünyaya göster. İlan ve ispat et. Burada zengin, fakir, âlim, cahil yok. Fakat Yunan hakimiyetini istemeyen kütle-i kaahire vardır. Bu sana düşen en büyük vazifedir. Geri kalma. Hüsran ve nekbet faide vermez. Binlerle, yüzbinlerle Maşatlık’a koş ve Heyet-i Milliye’nin emrine itaat et!...’
Maşatlık’ ın miting alanı olarak seçilmesinin nedeni
kıyıdaki donanmaların dikkatini çekmemek ve işgale karşı verilecek tepkiyi
düşmana sezdirmemekti. Halk dağıldıktan sonra denize kadar yürüdü Hasan Tahsin,
artık elinden alınan İzmir’e bakıyordu.
Kafasında bin bir düşünce dönüyor, zihni bulanıklaşıyor; fakat bu üzüntü
içindeki cesareti perçinliyordu. Yanında oturan arkadaşı Yusuf Bey, onun ne demek istediğini tam olarak anlamasa da,
Tahsin ona ümitsiz olmadıklarını, Türk milletinin dövüşeceğini ve kurtuluş
kıvılcımının İzmir’ de parlayacağını ve belki de tüm memleketi aydınlatacağını
anlatıyordu.
Ona göre iş bir kere dövüşe başlamakta, barutu
ateşlemekteydi. Bunu yaparsa gerisinin geleceğini bildiği kadar, kendisini bekleyen sonun
da bilincindeydi. Orada paramparça edilmekten korkmuyordu vatanını kaybetmekten korktuğu kadar. Karar
vermişti bile, kalemi yetmiyordu madem, kanıyla kurşunuyla başlatacaktı bu
direnişi. Biliyorum, demişti Yusuf Bey’ e, beni paramparça edecekler ama ben de
onların birkaçını parçalayacağım. Gerisini de millet halledecek, yurdumuzdan
kovacak.
Bu
arada Paris Barış Konferansı gerçekleşmiş ve konferansın başındaki emperyalist
güçler (ABD Başkanı Wilson, İngiltere Başbakanı Lloyd George,
Fransa Başbakanı Clemensou ve İtalya Başbakanı Orlando) 12 Mayıs günü İzmir’i
Yunanlılara verdiklerini açıklamışlardı. İşte bu Emperyalist güçlerin
desteklediği Yunan ordusu, sabahın ilk ışıklarıyla, 15 Mayıs 1919’ da İzmir’ e ayak basmaya ve Konak
istikametinde yürümeye başladı. Bu işgal 1919 Ocak’ ından beri bilinse de gerek
yurt içinde gerek dışında gizlenmeye çalışılıyordu. İzmir Valisi Nurettin Paşa,
Osmanlı Devleti tarafından görevden alınıp yerine Kambur İzzet ve Kolordu Komutanlığı'na da Ali
Nadir Paşa atandı ve kendilerine Yunan askerine mukavemet edilmemesi ve
herkesin misafirperverlikle karşılanması gerektiğine dair sert bir dille uyarı
gönderildi. Bu şekilde ordular memlekete sorunsuzca girebilecekti. İstenilen
oldu vali, asker herkes sessizce bu işgali izliyor; onlar sessiz kalırken halk
sesini çıkarmaya çekiniyordu. Anlaşılan bir gece önceki miting işe yaramamıştı.
Ortadoks klisesinin çanlarını, sevinç
çığlıkları atan Rum halkını, gemilerin çaldığı zafer düdüklerini ve bandonun
marşlarını titreyerek dinliyor ve tüm sinirini tabancasının kabzasına veriyordu
Hasan Tahsin. İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos Pasaport İskelesi’ nde gemiden
çıkan askerleri kutsarken ağlıyor, Tahsin ise kalabalığı aşmaya çalışırken ‘ Olamaz,
olamaz, böyle kollarını sallaya sallaya giremezler. Sonunda ölüm var, kan var.
Bunu anlamalılar!’ diye bağırıyordu. Askerler bugünki Konak Meydanı’ na
ulaştıklarında daha fazla dayanamayan Tahsin, revolverini ateşledi. İlk kurşun
alayın başındaki sancaktarın beynine isabet etti. Aniden gelen silah sesiyle
irkilen Yunan komutan ve askerler olayı anlamaya çalışırken önce Yunan bayrağı
düştü yere, ardından başından vurulan sancaktar. Tabancasını boşaltmaya devam
ediyordu Hasan Tahsin, kurşunları bitince de rivayete göre cebindeki bir el
bombasını da birliğin üzerine fırlatıp kaçmaya başladı. Kaçarken bir evin
penceresinde gördüğü yaşlı bir kadına tabancasını gösterip: ‘Nine gördün ya,
yarın Tanrı katında şahidim sen ol. Kurşunum bittiği için kaçıyorum.’ Der.
Ancak bu sırada saldırının bir kişi tarafından yapıldığını anlayan askerler
çoktan peşine düşmüşlerdir ve onu orada kurşun yağmuruna tutarlar. Kafasından
aldığı darbeyle yere yığılan Hasan Tahsin’ in bedenine numara yapma ihtimaline
karşı onlarca kez süngü batırırlar. Artık şekli şemali belli olmayan o beden, o
gün orada yalnız değildir. Dönemin gazeteleri olayı anlatırken, Hasan Tahsin, Miralay
Süleyman Fethi Bey, Kaymakam Şükrü Bey, Kolağası Hüseyin Necati Bey,
Yüzbaşı Nazım Bey, Yüzbaşı Ahmet Bey, Doktor Fehmi Bey, Mümeyyiz Nadir Bey,
Mümeyyiz Ahmet Hamdi Bey adlarını bol
bol anacak ve İzmir işgalinin ilk kahramanları olarak yazacaklardır.
İşte o kara ilk günde Yunan askerleri şehirde
yüzlerce kişiyi öldürmüş, yerli Rumların katılımıyla sonraki günlerde İzmir ve
çevresinde Müslüman evlerini yağmalamış, kadın ve çocuklara tecavüz ederek
mezalime devam etmişlerdir. Hasan Tahsin’ in parçalanmış bedeni üç gün yerde
kalmış ve olaylar durulduktan sonra Saat Kulesi’ nin kuzeyinde bugün anıtının
olduğu yerde bulunmuştur. Ancak sonuçta bu ilk kurşun amacına ulaşmış, sonraki
günlerde İzmir ve çevresinde direnişler başlamıştır. Nihayet 9 Eylül 1922’ de
Mustafa Kemal ve askerleri işgali sona erdirmiş ve İzmir’i geri almıştır.
Yaşanılan bu üç yıl, üç ay ve yirmi dört günlük kara dönem bitmiş, tüm dünya
Türk’ ün tutsak olmayacağını anlamıştır.
Başta da söylediğim gibi Hasan Tahsin adı
söylentiler, yalanlamalar, karalamalar ve kısıtlamalarla dolu. Memleketini
seven ve tarihinden haberdar olan herkesin ayırt etmesi gereken bir nokta var
ki o da Hasan Tahsin ‘in yaptığı hareketin milletimize ve tarihimize yansıttığı
değerlerdir. Öyle ki o ilk kurşun, Türklüğün ve Türkiye’ de insan haklarını
savunuculuğunun ilk kurşunudur. Hasan Tahsin gerek gazetesiyle gerek
kurşunlarıyla Türk kardeşlerinin hakkını sonuna kadar savunmuş ve yeni bir Türk
millliyetçiliği kavramı yaratmıştır. Zira kendisini ‘Osmanlı Sosyalisti’ olarak
tanımladığı yazılarında eşitlik, hak, hürriyet kavramlarının üzerinde durmuş ve
mazlumun yanında onlar için savaşmıştır. Bu kurşunlar Türklük için, İslamiyet
için, adalet ve halk için atılmış kurşunlardır; zira Yunan forması altında
saklanmış emperyalist güçlere sıkılmıştır. İzmir’in kurtuluşu, ezilen bir
halkın emperyalizme karşı dünya tarihindeki ilk zaferidir. Bu yüzden hem milli
hem evrenseldir. Düşünsenize, tüm bu olayların yaşandığı yerin İzmir olması
tesadüf müdür?
NOT: Hasan Tahsin’in cesedi bir rivayete gore
olayların sakinleşmesinin ardından ailesi tarafından Harmandalı’ ya taşınmış ve
orada gömülmüştür. Bugün, 1974 yılında İzmir Gazeteciler Cemiyeti ve
İzmirlilerin katkısı ile yaptırılan ‘İlk Kurşun Anıtı’ nın bulunduğu yer
semboliktir ve anıtın bulunduğu taşın
altında 15 Mayıs 1919 günü şehit verdiğimiz ilk kahramanlarımızın isimleri
yazmaktadır. Eğer yolunuz Konak’ a düşerse o anıta dikkatli bakın ve böyle
insanların evlatları olduğunuz, böyle onurlu ve cesur bir şehirde yaşadığınız
için şükredin. Tanrı’nın herkese bağışladığı bir lütuf değildir bu.
Tuğba Çiçek
18.02.2013
METROPOLİT HRİSOSTOMOS İMZASIYLA BİR İZMİR HİKAYESİ
Bazen bazı şeylere katlanmak çok zordur. Anlatması da, okuması da dinlemesi de ağır bir yüktür insana. Ancak bazı şeyleri anlamanın ve onların kıymetini unutmamanın yolu da bu zorluklardan geçer. İzmir, ki güzellikleri kadar acı dolu bir geçmişe sahip şehir, toprakları üzerinde siyahıyla beyazıyla onca isim barındırdı ki bugün bile tarihiyle ilgili anektodlara ulaştıkça içim cız ediyor. Anadolu topraklarında hiçbir şehir kolayca alınmadı bilirim, ancak Milli Mücadele döneminde belki de en büyük acıyı İzmir şehri ve halkı yaşadı. Rum'u, Ermeni'si, Yahudi'si ama en çok Türk'üyle bu şehir, ahalisi için en büyük kazanç olduğu kadar en büyük cezaydı da!
İzmir'in cennetini de cehennemini de yaşamış bir isim var ki, Yunan halkı tarafından 'Altın Ağızlı' anlamına gelen ve sevilen din adamlarına verilen 'Hrisostomos' mahlasına erişmiş, öte yandan yaşattıkları nedeniyle Türk halkı tarafından nefret oklarına maruz kalmış ve sonunda linç edilmiş olan din adamı Rum Metropoliti Hrisostomos anlatılıyor bu yazıda.
Yunanlar için bir aziz, Türkler için Türklük düşmanı sözde bir din adamı olmasını bir yana bırakırsak, Rum Metropoliti Hrisostomos dönemin şartları içinde Megali İdea, yani Yunan milletinin eskiden sahip olduğu tüm toprakları yeniden kazanma ülküsünün önce gelen savunucularındandır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın yadsınamayacak bir gerçek vardır ki, Hrisostomos İzmir tarihinde yaşanmışları belirleyen kilit insanlarından biridir. 1876 yılında bugünkü Bursa' nın Mudanya ilçesine bağlı Zeytinbağı ilçesinde doğan Hrisostomos, ailesinin fakirliği yüzünden kliseye verilmiş ve burada din adamı olma yolunda eğitim almıştır. Yunanistan'ın Drama kentinde ilk psikoposluk görevini sürdürürken bölgedeki yerel Rumları örgütlemesi yüzünden Osmanlıyla ters düşünce, iki ülke arasında en uygun yöntem izlenilerek bölgeden azledildi ve İzmir' e tayin edilmiştir.
1911 yılında başlayan bu görev 44 yaşındaki psikoposa İzmir gibi bir cenneti bahşetmişti. Zira o dönemde İzmir Türk' üyle Ermeni' siyle, Levanten'iyle Rum' u ve Yahudi'siyle kozmopolit bir şehirdi ve Rumlar için bir güven kaynağıydı. Türkler için gavur olan bu memleket, Rumlar için huzuru, rahatlığı, özgürlüğü simgeliyordu. Aldığı eğitimle aşırı millliyetçi bir karakterde olan Hrisostomos, Drama' da yaptığı örgütleyicilik çalışmalarını İzmir' de de sürdürecekti; hem de daha yoğun olarak.
İlk iş olarak 'İeros Polikarpos' isimli bir dergi çıkararak İzmir' deki Yunan halkının dikkatini çekmeyi ve ulus sevgisi savıyla dinsel ve siyasal otoriteye güveni pekiştirmeyi amaçlar. Anadolu Rumlarının kutsal bir kurtuluş ordusu kurarak makus talihine son vermeleri onun en büyük hayaliydi. Bu hayalin bilincinde olmak, Hrisostomos' un yaptıklarını daha iyi analiz edebilmek açısından çok önemlidir. Öyle ki 1913 senesinde Selanik ve çevresinden gelen Müslümanları geldikleri yere geri dönme konusunda ikna etme, özendirme ve para yardımı çalışmaları kafasındakilerin boyutu hakkında iyi bir örnek teşkil etmektedir zannımca.
O sıralarda valilik makamında Rahmi Aslan Bey oturmaktaydı ve şehir merkezinde bulunan Yahudi ve Hristiyan mezalıklarını şehrin dışına taşımak ve şehri güzelleştirmek amacındaydı. Bu taşınma konusuna İzmir Müftüsü Rahmetullah Bey ve Hrisostomos karşı çıktılarsa da vali fikrinden dönmedi. Karataş' a kadar uzanan Yahudi mezalığını kaldırarak yerine bugünkü Bahri Baba Parkı' nı yaptırdı. İttihatçı kimliğiyle tanınan Vali Rahmi Bey için bu direniş, hain psikoposu İzmir' den uzaklaştırmak için altın fırsattı. O dönemlerde ete süte karışmamaya dikkat etse de içten içe çalışmalarını sürdüren Hrisostomos kendisi olmasa bile adamları sayesinde idari konular hakkında bilgi ediniyor ve din adamlığından ziyade bir fesat ajanı gibi hareket ediyordu. Bu davranışları yüzünden Mayıs 1916' da İstanbul' a sürgüne gönderildi. Pasaport açıklarındaki gemiye tepki çekmemek için Gümrük İskelesi' nden bir sandalla nakledilen psikopos, arkasında yüzlerce Rum sevenini bırakırken bu şehre yeniden geleceğine dair ant içmişti. O, kafasına koyduğunu yapan biriydi.
Sürgünde olduğu iki buçuk yılın çoğunu İstanbul' da Fener Ortodoks Patrikhanesi' nde siyasi çalışamalara yoğunluk vererek geçirdi. Vali Rahmi' yi İzmir' den göndermek onun ilk girişimiydi ve 'katliamlar düzenlediği' gerekçesiyle onu İstanbul' daki İtilaf Devletleri Yüksek Komiserliği' ne şikayet etti. 25 Ekim 1918' de Köylü gazetesinde Vali Rahmi' nin veda mesajının yayınlandığı saatlerde, valilik koltuğuna Sakallı lakabıyla tanınan Nurettin Paşa oturmaya başlamıştı. İzmir' e dönmeyi kafasına koyan Hrisostomos için 1. Dünya Savaşı' nın bitmesi kaçınılmaz şanstı; zira Mondoros Mütarekesi ile Rumların çoğu Megali İdea' nın gerçekleşebileceğine daha çok inanır olmuşlardı.
1 Ocak 1919' da bindiği İzmir treninin Bandırma' da mola verdiği sırada hava almak için aşağıya inmiş ve karşı rayda duran İstanbul treninin kompartımanının camındaki mutsuz yüz onun dikkatini celbetmişti. Adamın yanına gidip gülümseyerek, ' Evet Rahmi Bey, iste siz İstanbul' a dönüyorsunuz; ben ise İzmir' e dönüyorum!' dedi. Bu rastlantı Rahmi Bey 'in şanssızlığı mıydı, yoksa Hrisostomos' un şansı mıydı bilinmez ama, tren birkaç saat sonra Basmane' ye girdiğinde yüzünde düşmanını alt etmenin verdiği mutluluk ve gurur karışımı bir gülümsemeyle karşısındaki kalabalık Rum halkını selamlayacaktı metropolit.
Metropolitin İzmir'e döndüğü ve şehrin işgal edildiği güne kadar geçen dört buçuk aylık sürede yaşananlar, kendisinin bile hayal edemeyeceği kadar iyiydi. Limana demirlenen yabancı gemilerin sayısı günden güne artıyor, tüm dünyada olduğu gibi İzmir' de de şehrin Yunanlar tarafından işgal edileceği konuşuluyordu. Her ne kadar bu bilgiler Bab-ı Âli tarafından yalanlansa ve dahi İzmir Valiliği' nce inkar edilse de hazırlıklar devam ediyor; bu gizlilik Hrisostomos' un da halkın tepkisini çekmemek adına işine yarıyordu.
Halk arasında artan gerilim şehrin yerli gazetelerine de yansıyor; Rum ve Türk yandaşlığı keskin dillerle kaleme alınıyordu. Öyle ki Türkçülüğü savunan ve İttihatçılardan biri olan Haydar Rüştü Öktem 'in çıkardığı iki gazete - Anadolu ve Duygu - Hrisostomos' un üstü kapalı tehditlerine maruz kalacaktı. Hrisostomos' un fikriyle ortaya atılan Türk- Rum Gazeteciler Barış Derneği bu kavgalar arasında İzmir basınını dizginlemek ve halkı olası bir ayaklanmadan vazgeçirmek için düşünülse de başta Haydar Bey olmak üzere birkaç Türk aşığı gazeteci tarafından engellendi. Buna rağmen Hrisostomos' un en yakın dostu aynı zamanda İzmir' in tanınmış avukatlarından Çürükçüoğlu Nikolaki Efendi, halkı örgütleme konusunda metropolite yardım ediyor, çeşitli gazetelerde aldığı görevler ve yazdıklarıyla onun tarafında bir çizgi çiziyordu. Bu seçim şüphesiz Hrisostomos ile aynı sonu yaşamasına sebep olacaktı.
Hrisostomos' un ikinci büyük engeli Vali Rahmi' den sonra gelen yeni vali Nurettin Paşa idi. İkisi de aşırı milliyetçi olan bu zatların anlaşması mümkün olamazdı. Bir toplantı sırasında nezaketen ona elini uzatan Nurettin Paşa' ya elini vermeyip 'Ben sana elimi vermem. Siz Türkler cani bir halksınız. Senin elinden kan, Yunan kanı damlıyor.' demesi ipleri baştan koparmış, bardağı taşıran son damla ise Haydar Rüştü Bey' in Türk- Rum Gazeteciler Barış Derneği' nin kurulmasını engellemiş olmasıydı. Çünkü Hrisostomos ve has adamları biliyordu ki Haydar Bey 'in arkasında Nurettin Paşa vardı.
Kendisi gibi tutucu bir milliyetçi olan Nurettin Paşa ile anlaşamayacağını anlayınca ondan kurtulmak için Anadolu' da değişen güç dengelerini kullanarak Hürriyet ve İtilaf Partisi İzmir il yöneticilerine şikayet etti. Rum topluluğunun da desteğini almayı ihmal etmeyen Hrisostomos' un gerekçesi İzmir'in güvenliği için gizli örgüt kurmak, Türklere silah dağıtmak ve Rumları ağır savaş vergisi ödemeye mecbur etmek idi. Bu arada Rum halkı tarafından yeni validen memnuniyetsizlik dilekçeleri toplandı ve İstanbul' daki saraya gönderilmek üzere bir tutanak düzenlendi. Kendilerinden olmayan herkesi İttihatçı olarak suçlayan Hürriyet ve İtilaf Partisi hemen gereğini yaptı ve saraydaki arkadaşları Adalet Bakanı İsmail Sıtkı Bey' e dilekçeleri ve özel tavsiye mektuplarını yolladılar.Tutanakları Türklerin eliyle saraya gönderdiği için çok keyifli olan metropolit, aynı anda Nurettin Paşa tarafından yazıldığı iddia edilen ve halkı Rum katliamına sevkedici içeriği olan iki mektubu da kamuoyuna sunmuştu. Damat Ferit Paşa Hükümeti, İtilaf Devletleri' nin başvurusuna boyun eğerek 8 Mart 1919' da Sakallı Nurettin'i hem valilik hem de İzmir ve Çevresi Komutanlığı' ndan azletmişti. Nurettin Paşa, Hrisostomos' un hışmına uğrayan ikinci valiydi.
Kentteki gençleri izcilik adıyla toplaması, civar illerdeki Rumları İzmir' e yerleşmeye çağırması, Kızılhaç örgütü kurması ve burada genç erkeleri gizlice eğitmesi, Aya Fotini ve diğer kliselerde vaazlar vermesi onun amaçları uğrunda ne kadar kararlı olduğunu gösteriyordu. Her geçen gün güçlenen Hrisostomos için 15 Mayıs 1919 günü, ölmeden yaşadığı bir cennet günü gibiydi.
14 Mayıs' ta düzenlediği vaazda Rum halkına kurtarıcılarının yarın geleceğini bildiriyordu piskopos. Bu sırada Türkler kendi içlerinde haberleşerek gece Yahudi Mezarlığı'nda yapılacak olan toplantıya katılımı güçlendirmeye çalışıyordu. İzmir'in yeni valisi, Kambur İzzet olarak da bilinen Ahmet İzzet Bab-ı Âli tarafından Rumlara ve Yunan askerine mukavemet etmemekle uyarılmış; göreve geldiği günden beri de uyumlu bir politikayla suküneti sağlamıştı. Hrisostomos' a yakınlık kurmasındaki en büyük sebep, şüphesiz, olası Yunan işgalinde hayatını ve makamını korumak isteğiydi.
15 Mayıs sabahının erken saatlerinde Yunan askerleri kıyılardaki binlerce Rum' un 'Zito' (Yaşa) haykırışlarıyla İzmir' e çıkarken bandonun çaldığı Yunan Marşı eşliğinde mavi- beyaz giyinmiş halk bayraklarını sallıyordu. Bu, Yunan tarihinin görüp göreceği en kutlu gün olsa gerekti; zira o gün orada olan herkes Megali İdea' nın gerçekleşmesine şahit olmanın verdiği hazzı yaşıyordu. Başında süslü tören başılığı ve üzerindeki bol işlemeli tören kıyafetiyle Hrisostomos herkesten daha heyecanlıydı. Bu, onun hayatının amacına ulaştığı gündü ve belki de bu günün yaşamasında herkesten çok daha fazla payı vardı. Saat dokuzda başlayan resmi törende hep bir ağızdan Yunan marşı okunduktan sonra Başbakan Venizelos' un mesajı okunmuştu; mesajda iyi niyet göstergesi olarak İzmir' deki Türk, Ermeni, Yahudi ve Avrupalılara iyi davranılması isteniyordu.
Hrisostomos, İşgal Güçleri Kumandanı Zafiriu' ya ' Hoş geldin!' dedikten sonra tacı havaya kaldırdı; komutanı ve yanındakileri takdis etti: ' Tanrı adına gelen kişi kutsanmış ola...' Daha fazla konuşamayan metropolit diz çöküp Yunan bayrağını ağlayarak öptü. Ardından Zafiriu ile birlikte bir arabaya binip Konak Meydanı' na doğru yürüyüşe geçen askerlere eşlik ettiler. .Hükümet Konağı'nın önüne ulaşıldığında bayrak asma töreni başlarken patlayan bir silah sesiyle askerler dahil meydandaki Rumlar korkuyla kaçışmaya başladı. O silah sesi , Hrisostomos gibi milletine ve ülküsüne canı pahasına tutkulu olan Hasan Tahsin' in isyanı, haykırışıydı.
Kurşunun geldiği tarafı kestiremeyen ve ilk heyecanı atlatan Yunan askerleri karşılarındaki Sarı Kışla' ya ateş açmaya ve karşı koymama emri alan askerleri öldürmeye; daha da yetmeyip etraftaki Türk evlerine ve vatandaşlara da saldırmaya başladı. Ali Nadir Paşa makamının penceresinden salladığı beyaz mendille ateşin kesilmesini sağlamıştı ama almayı unuttuğu bir söz vardı: Kışlanın bahçesine çıkınca askerlerin başındaki subay tarafından tokatlanmıştı.. Belki de işgal bu aşağılanmayla gerçekten başlamıştı. Bu sırada bazı subaylar ' Yaşa Venezilos' demedikleri için dipçik ve süngülenerek öldürülmüştü. Bu şehitlerin arasında Albay Süleyman Fethi Bey de vardı...
Vali Kambur İzzet ise yaşananları makamında izliyor ve 'Bakalım bunlar başıma ne işler açaçacak?' diye esefleniyordu. Ancak dostu Hrisostomos sayesinde makamında oturmaya ve yaşamaya devam etti. Zaten yenilenler için işbirlikçilik en mantıklı yol değil miydi?
18 Mayıs 1919 Pazar günü Türk halkı evlerinde korkuyla saklanırken İzmir Metropolitlik merkezi olan 'kutsal' Aya Fotini Klisesi' nde İzmir'in Yunanlarca işgali vesilesiyle ilk resmi şükran sunma ayini yapıldı!
İşgalin ilk gününde yaşanan bir olay vardır ki Hrisostomos' un İzmir' deki gücünü göstermesinin yanında, kinciliğini ve Türk düşmanlığını göstermesi açısından çok önemlidir. Yunan askerleri ilk iş olarak gazeteci Haydar Rüştü Bey' i aramaya başlar. Ayrıca İşgalden bir önceki gece yapılan toplantılarda İzmir çevresinde silahlanmayı ve çeteler kurmayı öneren Kemalpaşalı Emin Ağa, Hrisostomos' un bir adamı tarafından öldürülmeye çalışılır; ancak kuşandığı fişeklik bu mutlak katli engeller. Daha sonra Emir Ağa' nın fedaileri tarafından bulunan bu tetikçi öldürülerek yol kenarına atılır.
Hrisostomos nasıl Emir Ağa ve Haydar Rüştü gibi direnişçileri unutmadıysa, Nurettin Paşa da onu unutmadığını İzmir' e geldikten sonra gösterecekti.
İşgal günlerinde kah halk lideri, kah din adamı olarak görünen psikopos Türkler arasında bir söylentiye konu olmuştu ve Seydikoy' de bir klisede yaptığı konuşmada 'Yakında Türklerin leşleriyle kuyuları dolduracağız!' dediği dilden dile dolaşıyordu. Rum çetecileri örgütleyen ve Türklerin verdiği cılız tepkileri gazeteler vasıtasıyla abartarak ' Türklerin öldürdüğü Rumlar' şeklinde sunduran, Türk zulüm ve baskıları bastırdığı kitaplarla İtilaf Devletleri temsilcilerine gönderen Hrisostomos' un hakkındaki bu söylentiler pek de yalan olamazdı.
İlerleyen günlerde bölgedeki isyanların, çatışmaların ve şikayetlerin artması üzerine Osmanlı Hükümeti, Paris Barış Konferansı yetkililerine bir dilekçe gönderdi. İzmir' e gönderilmek ve şikayetleri yerinde incelemek için bir komisyon kuruldu ve bu komisyon dünya siyasal tarihine başkanından dolayı ' Bristol Komisyonu' ve hazırlanan rapora da 'Bristol Raporu' olarak geçti. Dinlenilen yöneticilerin, incelenen belgelerin ve raporların sonucunda bölgede bir Türk zulmünun olmadığı ve toplu Rum ölümleri haberlerinin yalan olduğu anlaşıldı. Hrisostomos' u dinleyen yetkililer ise hala aynı şeyi duyuyorlardı: Bölgede gerçekleşen olayların tek sorumlusu Türkler idi.
Çalışmalarına hız veren Hrisostomos, Genç Hristiyanlar Derneği adında bir dernek kurmuştu. Görünüşe göre siyasi amaçları olmayan ve sadece sporla ilgilenen bu gençler aslında askeri bir eğitimden geçiriliyor ve silahlandırılıyordu. Hrisostomos' un da desteğini alan bu dernek üyeleri 1920 yılbaşı günü işgale destek verdiklerini göstermek amacıyla gösteriler düzenlemişlerdi. 1920 yılının Noel Yortusu İzmir' de tam bir bayram havasında geçti. Aslında kısa sürede durdurulan gösteri Rum basını tarafından abartılarak Avrupa' ya sunulunca İzmir' den göç eden 25 bin Rum' un şehre geri dönmesine sebep olmuştu. Metropolit yorgun ama mutluydu...
Arkasına kurduğu derneklerı, Rum halkını ve kliseyi alan Hrisostomos 'vatani yardım' adı altında paralar topluyor, Türklerin İzmir' e yeniden girmesini engellemek için savunma hatları oluşturyordu. Bu sırada Osmanlı kabuğundan sıyrılan ve Kuva-yı Milliye adı altında örgütlenen Türk halkı Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu' yu yabancılardan temizlemeye ve İzmir' e doğru yönelmeye başlamıştı. Mustafa Kemal de, Yunan askerleri de, Hrisostomos da biliyordu ki İzmir son noktaydı ve buradan kaçış yoktu. Korkma sırası bu sefer Rumlarda ve diğer azınlıklardaydı.
1922 Eylül' ünün ilk günlerinden beri kurtulma toplantıları yapan ve korkan halkı cesaretlendiremeyen piskopos, sırayla İtilaf Devletleri' nin konsoloslarını ziyaret ediyor ama istediği cevabı alamıyordu. İşgal sırasında desteklenen Yunan halkı, şimdi yapayalnız bırakılmıştı. Fırsatını bulan şehirden kaçmaya çalışıyor, ciddi bir psikolojik savaş yaşanıyordu. 7 Eylül günü yalnız kaldığı bir sırada seçimleri kaybeden ve o sırada Fransa' da olan Venezilos' a yazdığı mektupta artık kaçınılmaz sonun geldiğini ve Megali İdea' nın en az 100 yıl ertelenmek zorunda olduğunu yazar.
8 Eylül akşamı Aya Fotini Klisesi'n de bir ayin düzenledi ve İzmir' den kaçamayan Rumlarla birlikte uzun uzun dualar etti. Artık acı gerçeği kabullenerek beklemek gerektiğini anlattı ona yaşlı gözlerle bakanlara.
9 Eylül 1922 sabahı Türk süvarileri çeşitli yönlerden şehre girip Konak istikametinde yürümeye başladılar. Hayat trajikomik olaylarla doluydu, 3 yıl önce evlerinin penceresinde ' Zito' diyerek çığlıklar atan Rumların yerinde şimdi 'Yaşasın!' diyerek bağıran ve alkışlayan Türkler görünüyordu. Türk askerlerinin bir kısmı Sarı Kışla' ya giderek Yunan bayrağını indirip Türk bayrağını astılar. Yüzbaşı Şerafettin ve bir grup subay da Hükümet Konağı' na giderek burada Türk bayrağını göndere çekti ve şehrin kurtuluşunu ilan etti.
Saat 10. 30 civarı, günlerden 9 Eylül 1922 idi...
10 Eylül günü Mustafa Kemal ile şehre giren Nurettin Paşa Vilayet' e yerleştikten sonra bir polisi Metropolitlik' e göndererek Hrisostomos' u yanına getittirir ve artık kendisini Metropolit olarak tanımayacaklarını, yerine bir vekil tayin etmesi gerektiğini söyler. Kliseye geri dönen Hrisostomos akşam ayininde son konuşmalarını yapar. Saat 20 civari yeniden Vilayet' e çağırılan piskoposun şüphelenmemesi için bu kez polisin yanında Rum Yaşlılar Kulübü' nden üç kişi daha bulunur.
Bu ikinci çağrıya Çürükçüoğlu Nikolaki ile giden Hrisostomos sonun geldiğinin farkındaydı. Makamına geldiğinde 'Türklere söven papaz sen misin?' çıkışıyla duyduğu kini saklayamayan Sakallı Nurettin Paşa' nın gözlerinde görmüştü ölümünü. Geçen sürede kaç Türk sivil ve asker öldürdüğünü sorması üzerine Paşa' nın ayaklarına kapanıp yalvarsa da bu hareket onun sonunu değiştirmeyecekti.
Ellerini ondan kurtaran Paşa bir askerine onları İkiçeşmelik' teki karakola götürülmesini ve sorgunun orada devam edilmesini istediğini emreder. Fakat işgal sırasında Metropolit' in tüm zulüm ve saldırılarına, aşağılanmalarına ve ağır tecavüzlerine maruz kalmış ve aileleri katledilmiş halk, daha karakola varamadan Hrisostomos ve yanındakilerin üzerine çullanmış ve onları linç etmişlerdir.
Bu ölüm şüphesiz ki Hrisostomos için süpriz değildi; zira kaçması için çok kez teklif alsa da o her zaman bunu reddetmiş ve içinde bulunduğu din ve millet adına gerekirse yine İzmir topraklarında öleceğini belirtmişti. Nasıl ki İzmir' de cenneti yaşamıştı, cehennemine de razıydı bu tutkulu din adamı. Son nefesinde sayıkladığı eski bir Latince deyim ise onun kafasındakileri açıklar nitelikteydi: 'Credo quia absurdum.' ( Saçma ama böyle olduğu için inanmak istiyorum...)
Hrisostomos tutkulu bir din adamı, koyu bir Yunan milliyetçisi ve bir Türk düşmanıydı. Yargılanmadan linç ettirilmesinin arkasında da Nurettin Paşa' nın aynı milliyetçi ve İslamcı ruhu yatmaktaydı.O güne kadar yapılan tüm idamlar Vilayet Konağı önünde yapılırken, onun İkişeşmelik' e gönderilmesi Paşa' nın intikam duygularının sonucudur.
11 Eylül' de linç edilerek öldürülen İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos Kalafakis' in unuttuğu bir şey vardı. Türk milleti yok yere kimseye zulmetmez, hiçbir kavmin ari özelliklerine saygısızlık etmezdi; ancak vatan söz konusu olduğunda her seferinde Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden doğar ve haksızlık edeni acımadan yok ederdi. Türk milletinin en büyük serveti sonsuza kadar savunacağı vatan toprağıyken, bu vatanın gözbebeği İzmir'i Yunan' a bırakması hayal bile edilemezdi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder