Gökyüzüne bakıyorum, bir yaş
düşüyor anlıma. Ben Hasan Tahsin, 31 yaşında bir millet sevdalısı. Gülümsüyorum
son şehadetimi getirirken, dilimde kan tadı, gözlerimde yağmur damlaları..Tanrı
rahmetini esirgemiyor benden, bedenimle birlikte ruhum da temizleniyor. Ben
İzmir’in ilk şehidi, çılgın gazetecisi ve başarabildiysem ilk kıvılcımı. Duyun
beni!
Ben Osman Nevres Recep, ama siz
beni Hasan Tahsin olarak hatırlayın. Adım önemli değil taşıdığım kimliğin ve
savunacağım düşüncelerin, vatan uğruna akıtacağım kanımın yanında. Balkanları
bilir misiniz, hele ki 1800 sonlarını? Ben söyleyeyim; milliyetçiliğin,
ihltilalciğin, devrimciliğin, ayrılıkçılığın tohumlarının atıldığı ve her geçen
gün yeşerdiği bir ortamda doğdum ben, 1888‘ de Selanik‘ te. Mustafa Kemal‘ den
sadece 7 yaş arkasında, onunla aynı okullarda benzer duygularla yetiştim.
Bahsettiğim kavramların yüceliği muhakkak; ama bu tohumlar, içinde bulunduğunuz
devletinizin içinde yeşeriyor ve bir sarmaşık gibi duvarlarınızı parçalıyorsa,
ruhunuzu darmadağın edebilecek güçte duygular da yaratabiliyorlar.
Memleket…. Neresiydi benim
memleketim. En önemlisi kimdim ben? Balkanlarda doğmuş bir Osmanlı çocuğu,
bunca ayrılığın, savaşın arasında yolunu nasıl belirleyecekti? Parsel parsel,
yürek yürek uzaklaşırken kalbimizin attığı Osmanlı‘ dan, ben de sırtımı dönecek
miydim ekmeğini yediğim ülkeme? Hayır, hayır ; asla… Hem zaten Fevziye Mektebi‘
nde öğretmemişler miydi Türk’ün şanlı tarihini? Anka Kuşu değil miydi benim
milletim; yok olduğu yerde yeniden doğar; küllerini ateşe tutmaz mıydı?
Atalarımın ruhuma nakşettiği vatan-
namus anlayışı yüreğimin telini sızlatırken, düşmanın baskısı nefesimi keserken
yapacağım şey belli. Muallim Cevat Bey, boşuna öğretmiş olamaz bana bunca şeyi;
ne onu, ne ailemi ne de Türk kardeşlerimi yalnız bırakamam bu savaşta.
Korkuyorum…
Ben Osman Nevres Recep,
korkuyorum bizi bekleyen gelecekten. Ama memleketimi savunacak gücüm var. İstanbul’ a geldim; burası
memleketin kalbinin attığı yer. Başlangıç ta burda son da. Tanrım bizi vahim
sonlardan korusun!
Kalbim sıkışıyor, duyduklarım doğru muydu? Ben
ki Balkanların ayrılıkçı ve azgın siyasetinden kaçmış, belki işe yararım
umuduyla buraya gelmiştim. Ama şimdi gördüğüm hali anlatmaya kelamım yetmez.
Rüştünü yeni ispatlamış, İstanbul’u ilk kez görmüş bir gençken bile halkın
durumunun vehametini ben görebiliyorken; Bab-ı Âli ne yapıyordu? Neden sessizce
duruyor, bedeninde açılan yaralara çaresizce bakıyordu? Neydi bu baskının
sebebi, neden insanlar birbirlerinden kaçıyor birlik olmak varken? Padişahın
zulmü ne zamandır düşman yerine halk
üzerine olmuştu?
Bir grup var, adını buraya gelmeden önce
Muallim Cevat’ tan öğrenmiş ve haklarında araştırmalar yapmıştım: İttihatçılar
diyorlar kendilerine. İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında Türkçülüğü
savunuyorlar, Türk’ü arkadan vuran kim varsa – padişah dahil- müdahale
ediyorlar. Sanırım tekkemi buldum; bir an önce aralarına girmeli ve vatanım
için bir şey yapmalıyım. Heyecanlıyım.. Hem de çok..
İstanbul’ da kara bulutlar, yağmur
yağıyor…İnsanlar çaresiz, korku içinde.. Zaman daralıyor.. ‚Onlar koruyamazlarsa sen koru milletini.‘ diyor içimden bir ses. Nihayet
kabul edildim cemiyete ve bir süredir
onlarla çalışıyorum. Jön Türk diyorlar bize ve millet için faydalı olacağına
inandığımız planlarımız var. Yavaş olsa da her geçen gün yaklaşıyoruz
amacımıza; ancak sadece dışarıdakilerle değil içerimizdeki hainlerle de
savaşmak zorundayız. Düşünüyorum bazen hangisi daha tehlikeli; adını sanını
bildiğin düşman mı, yoksa yamacında sessizce sırtını dönmeni bekleyen mi? Düşünmek
başımı ağrıtıyor…
Cemiyete bağlı kurulan Osmanlı
Gizli Servisi göreviyle çalışan Teşkilat- ı Mahsusa’ da yer almak çok
heyecanlı. Nihayet benim de sıram geldi; vatan uğruna gerekirse silah bile
çekebilirim. Gözümü kırparsam namerdim, böyle bilin.
Sene 1908, İstanbul çok hareketli
bu günlerde. Padişahın hükmünün sınırlandığı, anayasal bir düzlemde daha adil
bir yönetim için, mazlum halkı korumak ve Osmanlının bekası için meşrutiyeti
yeniden ilan ettirdik. Avrupa her geçen gün yaklaşıyor; sonu görüyorum sanki..
Dua ediyorum..
Bazen hayat tepetaklak oluyor;
bildiğin, alıştığın her şey koca bir geçmişten ibaret. Bunca yıldır
güvendiğimiz ordumuz artık yetmiyor; zira bu dönemde savaşın yöntemleri
değişti. İlimle savaşıyor insanlar, teknolojiyle güçleniyorlar; bağnazlıktan
uzaklaşıp nesnel bakıyorlar olaylara, tarihe ve kendilerine.. Beni en çok
endişelendiren de emperyalist güçlerin girişmiş olduğu psikolojik yöntemler.
Parçala, böl ve yönet diyorlar buna. Nifak tohumları at ve sessizce izle…
Namussuzlar..
Sanırım az önceki sorumun
cevabını buldum, yani tehlikeli düşmanın kim olduğunu. Herkesle savaşabilir bu
vatanın evlatları; ama birbiriyle başa çıkabilir mi? Cehaletle, korkuyla dahası
kendi kardeşiyle savaşabilir mi? Herkes kendine bir çıkış yolu arıyor,
bulduğunu da en doğru yol sanıyor. Türklük, İslamcılık, Mandacılık,
Osmanlıcılık diye bağırırken ama kimse kimseyi duymazken nasıl olacak bu iş?
Her şeyin bir sırası var, kader
izin veridiği müddetçe görecek ve göstereceğim Türk’ ün yılmazlığını..Şimdi ilk
görevim Avrupa‘ ya gidip orada, emperyalist güçlerin arasında kendimize bir yer
edinmek. Amacımız belli; okuyacak, öğrenecek ve oyunu kurallarına göre
oynayacağız.
Trenlerde bir sürü heyecanlı
genç; Avrupa‘ nın çeşitli ülkelerine doğru yola çıkıyoruz. Ben Paris‘ e
gidiyorum teşkilatın desteğiyle; Sorbonne Üniveristesi‘ nde hukuk ve felsefe
okuyacak, sosyolojı bilimi hakkında uzmanlaşacağım. Halkı layıkıyla
aydınlatabilmem için önce kalemimi doğru ve dürüstçe tutabilmem gerek.
Paris’ teyim… Dünyanın her tarafından top
sesleri geliyor, havada kesif bir barut kokusu.. Boğuluyorum sanki; aldığım
görevler, dinlediğim nutuklar yetmez oluyor bana..Zaman mı yavaşladı? Bir
müzedeyim şu an, karşımda bir tablo; üzerinde resmedilmiş cephede bir asker.
Tanrım, bana vatanım uğrunda şehit olabilme ayrıcalığı ver ! Neden sonra
farkediyorum gözlerim yaşlanmış, ellerim titriyor. Rabbim duy sesimi!
Fransız Devrimi nedir bilir
misin? Mutlak monarşinin birlik olmuş halk tarafından kısıtlanmasıdır. Fakirliğe,
eşit olmayan gelir dağılımlarına, kralın baskısına halk ile soylular arasındaki
uçuruma bir ‚dur‘ diyen harekettir. Bunları anlatıyorum çünkü bizim amacımız da
bu.. Padişah artık mutlak hakim değil; zulüm gören halk daha çok acı
çekmeyecek…Her şeyin bir sonu var, bu kötü gidişatın olduğu gibi… Ben
göremeyecek olsam da var…
Zaman çabuk geçiyor, Duydum ki
Trablusgarp‘ ta bir savaş cereyan etmiş. Dört bir yandan saldırıyor düşman
askerleri. İsviçre‘ ye gideceğim, oradaki hava da buradan farklı değil. Her yerde
Türk aleyhtarı gösteriler, propogandalar, sloganlar, yalan haberler. Gerçeği
nasıl göremezler zulmeden değil, zulüm gören biziz, biz! Onlara göstereceğim
Türk kimmiş!
Osman Suavi ile birlikte İsviçre‘
de bir sinema salonuna giriyoruz. Trablusgarp hakkında bir belgesel
gösteriliyor. Bu Avrupalılar gerçekten yalancı, koca bir hain! Sanki İtalyanlar
değil de biz işgal ettik kendi topraklarımızı! Tanrım ne diyor bunlar? Suavi‘
ye bakıyorum o da yumruklarını sıkıyor. Artık dayanamıyor, kalkıp ayağa
tabancamdaki üç kurşunu perdeye sıkıyorum. Bağırdığımı hatırlıyorum; ‚Bizim
sizden ne farkımız var, ben de sizinle aynı dili konuşuyorum, sizler gibiyim.
Türkler barbar değil sadece vatan toprağını korumaya çalışıyorlar! Bu herkesin
hakkı!‘ İnsanlar can havliyle kaçarken beni duydular mı bilmiyorum, umrumda da
değil… Yakapaça bir karakola götürülüyorum ve ifadem alınıyor. Pişman değilim,
Türklük aleyhinde yine konuşsunlar, yine yalan söylesinler yine aynısını
yaparım! Fransız bir gazeteci olay sonrasında hakkımda ‚vatanperver bir genç‘
diye yazmış. Farkına varmalarına sevindim doğrusu!
Burada gün geçmiyor ki beni ve
arkadaşlarımı tahrik edecek bir olay olmasın. Yine Suavi ile gittiğimiz bir
lokantada bir kavga çıkarınca İsviçre mahkemesi beni sınırdışı ediyor. Ben zaten
Fransa‘ da öğrenim görüyorum; kalmadım ülkenize!
Zaman geldi, buradaki görevim
bitti ve İstanbul‘ a dönüyorum diye sevinirken, acı gerçek suratıma tokat gibi
indi. Durum bıraktığımdan daha vahimdi. Bir avuç kahraman Trablusgarp‘ ı
müdaafaya çalışırken koca halk ve saray kör olmuşçasına oturuyorlardı
yerlerinde. Böyle acı bir tabloyu en nihilist ressamın eserlerinde bile
göremezdiniz. Bu sırada Balkanlardaki ayaklanmalar ve Türk aleyhtarı hareketler
iyice yoğunlaşıyor, oradaki halk emperyalist başkanların önderliğinde haklarını
arıyorlardı. Başkası söylese inanmaz, inanmak istemezdim ama her milletin
gözünü açtığı böyle bir zamanda uyuyan sadece biz varız. Korkarım Trablusgarp‘
tan sonra bir de Balkan Savaşı tehlikesi kapımızda! Heyhat!
Siz arada kalmak nedir, bilir
misiniz? Kendi anlı şanlı milletiniz gaflet içinde beklerken ve siz var
gücünüzle onları korumaya çalışırken, tarihte ismi bile zor hatırlanan
milletlerin tek yumruk olup size kafa tutması nasıldır? İmrenirken onlara
özgürlük yolunda, kendi adınıza yüreğinizin acıması ne büyük ikilemdir bilir
misiniz? Ben bilirim, bilirim de ümidimi yitirmem. Allah çok büyük…
Aldığımız istihbaratlara göre bir
Balkan Cemiyeti hazırlanmış, tahmin edilebileceği gibi Sırp, Yunan, Bulgar ve
Karadağ halkını bize karşı ayaklandıracaklar. Başlarında İngiltere’nin
görevlendirdiği nüfus sahibi iki kardeş; Buxton Kardeşler diyorlar onlara.
Tarafsız konumunu koruyan Romanya’yı bize karşı kışkırtmak ve muhtemel Balkan harbini yaratmak için
gerekli güç ittifakını kurmak amaçları. Ben gösteririm onlara ittifak nasıl
kurulurmuş! Kardeşi kardeşe kırdıracaklar akılları sıra! Atılıyorum öne, bu
kutsal görevi kimseye bırakacak değilim. Büyük bir zevkle sıkacacağım kurşunu
kafalarına!
Ben Hasan Tahsin, bu yeni
kimliğim. Gerçek adımın ifşa edilmemesi, planlarımızın başarısı açısından çok
önemli. En ufak hata, vatanımızı kaderiyle başbaşa bırakmak demek. Bükreş‘ e
geldim ancak görüyorum ki Buxtonlar bayağı iş başarmışlar. İnsanlar söylenen
yalanlara, kışkırtmalara öylece inanıyorlar. Sanırım yakında kurşun yüzünden
değil ama stres ve üzüntüden öleceğim.
Sene 1914, bekliyorum… Türk
aleyhtarı bir gösterideyim; çıkışta onları yakalamayı planlıyorum. Tanrı
yardımcım olsun; ama bu anlatılanları sükunetle dinlemek çok zor. Çıldırmak
üzereyim. Koridora çıkıyorum en azından duymam ve dikkatim dağılmaz. Bir süre
sonra görüyorum onları, yanyana yürüyorlar. Tabancam elimde; terliyor ellerim,
dua ediyorum ellerimin titrememesi için. Tüm kudretimle basıyorum namluya, iki
kez. Önce ikisinin de yığıldığını sanıyorum ama hayır, sadece küçük olanı
vurabilmişim. Yakalıyor birileri beni, işimi bitiremiyorum.
Yine karakol, yine soruşturma. Mahkemede
anlattım zaten, bu bireysel bir husumet değil; vatani bir görevdi. Bu adamları
tanımam, kimsenin canına da durduk yere kastetmem. Ancak hep söylüyorum her kim
ki Türklüğe laf edecek, ona zarar verecek; kurşunumun tadına bakacaktır!
Romanya mahkemesinin heyeti geniş görüşlü insanlardan oluşuyor; pekala yaptığım
suikastın sebebini anlayabilir, bu hareketlerin Türkleri ve Balkanlardaki
milletleri olumsuz etkileyeceklerini görebilirler. Ortada bir siyeset izleyen
mahkeme, beni 10 yıla mahkum ediyor. Vatan için kaderimde varsa mahpus olmak,
razıyım..
Günler geçiyor, teşkilattan bir
şekilde haber alıyorum. Bu
sırada ziyaretime Lord Buxton geliyor ara sıra, bana kitaplar getiriyor. Hayır,
hayır dost olmadık; bana yaptığımın nedenini sordu ve ona hissiyatımı ve dahi
sorumluluklarımı anlattım. Artık birbirimizi anlıyoruz, en azından özgürlük ve
vatanı savunma hakkının bir tek İngilizlere ait olmadığını farketti.
Yarım kalan görevlerim vicdanımı sızlatıyor.
Buradan bir an önce kurtulup gidişata dur demeliyim. Çaresizlik beynimi
kemiriyor; konuşmuyor, yemek yemiyor, sadece düşünüyorum. Çok zayıfladım, bir
de saçlarım beyazlamaya başladı. 28 yaşında gençliğini hiç yaşamamış, aklı
sevdiklerinde ruhu vatanına ait bir insanım ben. Kardeşlerime sık sık
kartpostallar atıyorum; iyi bir abi olamadım, iyi bir eş belki de iyi bir
evlat.. Ama beni bekleyenlere bu kadarını borçluyum; iyi olduğumu bilsinler
yeter. Umarım bir gün kendimi onlara affettirebilirim.
Tüm dünya savaşıyor, Osmanlı Almanya ile
müttefik. Ülküdaşlarım çalışırken ben
burada oturamam. Savaşın başlamasından iki yıl sonra 1916’ da Türk – Alman
askerleri Romanya’ ya giriyor. Bu benim kurtuluşum demek. Kaçarken ayağımda bir
yanma hissediyorum ama bakmaya fırsatım yok. Bir Alman birliğine sığınıyorum,
İstanbul’ gitmeme yardım edeceklerini ama önce ayağımdaki kurşunu çıkarmaları
gerektiğini söylüyor bir komutan. Hayır vaktim yok, bir an once İstanbul’ da
olmalıyım!
İstanbul’ da teşkilat doktoru ayağımdaki
kurşunu ameliyatla alırken aklımda kaçınılmaz bir plan var; Londra
Parlamentosu’ nu havaya uçuracağım! Evet, yanlış duymadınız; onları yok
edeceğim! Madem ki Türk’ü sona iten, tüm Anadolu’yu birbirine düşüren kararlar
orda alınıyor, bunu hakettiler! Bir yolunu bulup Londra’ ya ulaşmalıyım ama nasıl?
İsviçre üzerinden geçsem? Emperyalistlerin gizli servisleri kuş uçurtmuyor,
gidemiyorum.. Başka bir yol olmalı ama ne? Bir süre Lozan’ da kalmak
mecburiyetindeyim; buradaki aydın kardeşlerimle toplantı halindeyiz. Kafamda
bir şeyler oluşmaya başladı, bu sefer farklı bir alanda savaşacağım!
Bir süre sessizce yürütmeliyim işlerimi. Durum
her geçen gün kötüleşiyor. Ülke içinde ve dışında bir sürü söylenti var: Paris’
te yapılan barış konferansında İzmir’i bölgedeki Rum vatandaşın çokluğu
yalanıyla Yunan’ a vermeyi kararlaştırmışlar. Bakalım Ege’ de hak idda eden İtalya
bu duruma ne diyecek? Bab- ı Âli
söylentiyi yalanlıyor ama sinsice mevki değişiklikleri yapmaya başladı bile.
Dünya harbi bitmek üzere, sonunda nasıl bir barış ortamı yaratılacağını merak
etmiyor değilim; ama tahminim bizim lehimize olmayacağı yönünde. Umarım yanılıyorumdur!
Tarih 30 Ekim 1918, Mondros Ateşkes Anlaşması
bugün imzalandı; anlayacağınız savaş resmen son buldu. Osmanlı mı? Osmanlı diye
bir devlet kalmadı, başta İngiltere ve Fransa gözleri kan bürümüş şekilde
topraklarımızı paylaşıyor; Amerika, İtalya, Yunanistan ve bir sürü devlet
bundan nemalanıyordu.
Duvarlar üstüme üstüme geliyor sanki, nefes
alamaz haldeyim! Halkın durumu vahim, izlenilen milli iktisat programı Anadolu
topraklarında karaborsacılar ve vurguncuları ihya ediyor. Anlayacağınız halk
yine ezilen, yine zulüm gören oldu. Ne değişti diye sorarsanız, öncesinde
Avrupalılar tarafından sömürülen halk, şimdi Türk tüccarar tarafından
sömürülüyor…
Onların sesi olacağım! Kemeraltı’ nda bir
gazete çıkarmaya başladım: adı Hukuk-i Beşer; yani insan hakları… Başta ılımlı
bir şekilde davranırsak vatanı esenliğe çıkarabiliriz diye düşünürdüm ama ne
emperyalistlerin ne de dahili düşmanlarımızın yaptıkları durmayacaktı.
Yazılarımı Türk halkını uyandırmak için yazıyorum, bilinçlendirmek ve kendi
haklarını savunur hale getirebilmek için. Bu ülkeye bir gün barış gelecek ama
halkımın biraz desteğe ve de cesarete ihtiyacı var, biliyorum ve bunu ben
vereceğim!
Ben Vatansever Hasan Tahsin, bir Osmanlı
milliyetçisiyim. Avrupa’ daki ayrılıkçı harekete de, emperyalizme de, dinsel
sömürüye, devlet içindeki haksız baskıya ve adaletsiz gelir dağılımına da
karşıyım! Kim ki bunları savunur, benim düşmanımdır böyle biline! Sahip
olduğumuz vatanı ancak biz kurtarabiliriz. Bunun için içimizdeki vatan aşkını,
namus ve şerefi, kanımızdaki cesareti görmemiz yeter. Ey türk halkı, meyus
olma! Silahlarımızı toplasınlar. Evlatlarına silah tevzi etsinler. Benliğimizi
parçalasınlar. Ruhumuzu ezsinler. Fakat asla, asla unutmasınlar ki, Türk
ölmedi, yaşıyor. Kalbinin, ruhunun, müslümanlığının, peygamberinin telkin
ettiği ilhamat ile yaşıyor. Ve burayı Yunan‘ a vermeyecektir. Vermek isteyecek
kuvvetle paylaşacak kozumuz var. Hatta, süngülerimiz, silahlarımız olmasa bile…
Asi ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen
dişlerimizle bu memleketi müdafaa edeceğiz.
…Yalnız bunu da unutmasınlar ki, Çanakkale
kahramanlarının, mavi beyaz kucağında salibi taşıyan Yunanlılığın canavar
hakimiyeti altında yaşatacak tek hemşiresi, tek bir validesi, ufak bir Türk
benliği yoktur. Ancak, evet ancak hilalin al gölgeleri altında Hakanıyle, pay-ı
tahtı ile, İzmir’i ile yaşayacak bir Türklük vardır.….Çünkü her şeyden üstün
namusumuz var…
Kordon’ da gemi sayısı her geçen
gün artıyor. Gizlemeye çalışsalar da ahmak değiliz, farkındayız ki işgal
yaklaşıyor. Ancak halkın anlaması gereken bizim düşmanımızın Yunan olmadığıdır,
asıl düşman onu destekleyen ve üzerimize salan emperyalist devletlerdir. İzmir
Valisi Nurettin Paşa, Osmanlı Devleti tarafından görevden alınıp yerine Kambur İzzet ve Kolordu Komutanlığı'na da Ali
Nadir Paşa atandı ve kendilerine Yunan askerine mukavemet edilmemesi ve
herkesin misafirperverlikle karşılanması gerektiğine dair sert bir dille uyarı
gönderildi. Demek öyle, onlar direnmezse ben direnirim hem de tek başıma! Hele
bi ayak bassınlar İzmir‘ e, o zaman görün mukavemeti!
Halkı bilinçlendirme çabalarımız devam ederken "Redd-i İlhak Heyeti Milliyesi"
adında bir cemiyet kurduk ve en önemli planımız bir miting düzenlemek. Yarın
14‘ ü 15‘ e bağlayan Mayıs gecesinde olacak bu toplantı, Maşatlık Meydanı‘ nda
yani Yahudi Mezarlığı‘ nda. Toplantıyı orta bir yerde yapıp amacımızı afişe
edemezdim, burası bizim için en uygun yer. Bastığımız bildirileri Sultani
öğrenciler yardımıyla tüm İzmir sokaklarına dağıttık. Vatanı seven, İzmir’i,
Allah’ını seven gelecek!
Ne hissediyorum ayırt edemiyorum; coşku,
heyecan, ihtiras, cesaret, endişe vs. Hepsi bir arada. Tuttuğum bildiriyi
okurken ellerim titriyor, gözlerim kararıyor. ‘Ey Bedbaht Türk! Wilson prensipleri
unvan-ı insaniyetkâranesi altında senin hakkın gasp ve namusun herkediliyor.Buralarda
Rum’un çok olduğu ve Türklerin Yunan’a iltihakını memnuniyetle kabul edeceği
söylendi ve bunun neticesi olarak güzel memleket Yunan’a verildi. Şimdi sana soruyoruz: Rum senden daha mı çoktur?
Yunan
hakimiyetini kabule taraftar mısın? Artık
kendini göster. Tekmil kardeşlerin Maşatlık’tadır. Oraya yüzbinlerle toplan. Ve
kaahir ekseriyetini orada bütün dünyaya göster. İlan ve ispat et. Burada zengin, fakir, âlim, cahil
yok. Fakat Yunan hakimiyetini istemeyen kütle-i kaahire vardır. Bu
sana düşen en büyük vazifedir. Geri kalma. Hüsran ve nekbet faide vermez.
Binlerle, yüzbinlerle Maşatlık’a koş ve Heyet-i Milliye’nin emrine itaat et!...’
Her yerde ateşler,
coşkulu sesler. Allah’ım ne kutlu, ne mübarek bir gece! Biliyorum, bu gece
burada galibiyet kıvılcımını atabilirsem yarından korkmamıza gerek yok. Türk milleti vatanını asla başkasına
bırakmayacaktır!
Sabah olmak üzere, insanlar dağılmakta.. Sesler uzaklaşıyor, görüntüler
siliniyor hafızamdan.. İzmir‘ e bakıyorum; mavi gözlü nazlı gelin. Kimler el
sürmeye çalışıyor körpe bedenine, kimler kirletmek istiyor seni? Kim leke
sürmek istiyor bembeyaz alnına? Eve gitmiyor, Kordon‘ a doğru yürüyorum;
yanımda Yusuf. Konuşmuyoruz ikimizde ama hissediyorum bana sormak istedikleri
var. Gün ağarırken oturuyoruz bir duvarın üstüne. Bir sigara yakıyorum,
ateşleyen Yusuf. Ne yapacağız, diyor bana. Ümitsiz olmadığımızı söylüyorum,
yarın Türk halkının dövüşeceğini ve kurtuluş kıvılcımının belki de İzmir‘ de
atılacağını… Anlamaz gözlerle bakarken bana, içimde bir yerlerde hissediyorum
yarın atılacak ilk kıvılcım tüm Anadolu‘ ya yayılacak ve onu aydınlatacak.
Kendime saklıyorum bu son düşüncemi… Kararımı çoktan verdim.
Sabahın erken saatlerinde toplanmaya başlıyor insanlar, donanmalar
biraz daha yaklaşıyor rıhtıma. Bir kıraathanede bekliyorum; zihnim bulanık,
ellerim sinirden titremekte. Sesler duyuyorum belli belirsiz, kahkahalar,
çığlıklar, bando sesleri… Hiçbiri benim toprağıma ait değil. Beynim zonkluyor!
Hissiyatımı anlatmaya dilim yetmez, gönlümdeki ateş herkese yeter. Cebimdeki
silahıma değil, ruhumun ateşine güveniyorum.
Meydanda mahşeri bir kalabalık, Yunan askerleri şehre girmeye
başladılar. Rumlar çiçekler fırlatıyor, tezahüratlar ediyorlar. Genç Rum
kızları gelinler gibi bembeyaz giyinmiş. Kalabalığa karışıyorum aklımda Yusuf‘
a söylediklerim. Biliyorum beni delikdeşik edecekler, ama ben de onlardan
birkaçını parçalayacağım. Gerisini halk halledicek, denizden geleni denize
dökecekler. Ayaklarım titriyor kalabalığı yarmaya çalışırken. Zaman ağırlaştı
sanki, havada kapkara bulutlar. Bir tarafta bekleyen Türk aslerine bakıyorum
ama direnmemelerine dair kesin emir var. Halk evlerine saklanmış,
pencerelerinden gizlice olan biteni izliyor.
Kardeşlerim düşüyor o an aklıma sonra İzmir’in güler yüzlü, güçlü kadınları…Körpecik
çocuklar, elleri kınalı nineler… Tanrı’dan onları korumasını diliyorum.
Bir aracın üstünde Rum Metropoliti Hrisostomos düşüyor görüş alanıma,
gözlerinde yaş, karaya ayak basan askerleri büyük bir sevinçle kutsuyor…Öfkem
bedenimden taşar halde; onu da haklamak vardı ya kurşunumu harcayamam. Onun
çaresine nasılsa bakacaklardır. Ben amacıma odaklanmalıyım.
Askerler meydana ulaştılar, Türk bayrağına ulaşmak üzereler. Elimde
revolverim koşmaya başladım. Olamaz,
olamaz, böyle kollarını sallaya sallaya giremezler. Sonunda ölüm var, kan var.
Bunu anlamalılar! Artık her şey bitti, geri dönüşüm yok. Silahım patlıyor
kulakları çınlatan bir sesle, ve önce Yunan bayrağının, ardından da bayraktarın
yere yığıldığını görüyorum. Herkes korkudan kaçmaya başlıyor. İçimde bir çocuk
sevinç çığlıkları atarken ben diğer kurşunlarımı da ateşliyorum düşman üstüne.
Askerler ve başlarındaki komutan bu beklemedikleri isyan karşısında afallıyor,
bazıları kendini denize atıyor. Korkaklar! Ama biliyorum çok geçmez farkederler
yalnız olduğumu.. Maşatlıkta yanımda olanlar nerde? Canları sağ olsun, yeter ki
vatan sağ olsun!
Geri çekilmek zorundayım, kurşunum bitti. O an penceresinden yaşlı
gözlerle olayları izleyen nine benim şahidim olacak Tanrı katında. Korkmuyorum,
aksine görevini yerine getirmenin mutluluğu içimde tüm enerjimle koşuyorum. Ve
o an bir ses kulağımda, beynimde bir ateş; hayır,nefesim hala kesilmedi. Yere
düşüyorum…
Ben Hasan Tahsin, 31 yaşında bir millet sevdalısı… Ömrünü vatanına feda
etmiş, asla pişman olmamış bir gazeteci. Bir yaş düşüyor alnıma, Tanrı
rahmetini esirgemiyor benden. Bedenime giren süngüler bana acıdan çok huzur
veriyor, gözlerimde yaşadıklarım, dilimde son şehadetim. Eşhedü enla ilahe
illallah… , tamamlayamıyorum. Hala batırıyorlar paramparça bedenime, ölmemiş
olmamdan mı korkuyorlar, Türk’ün gözü karalığından ve gücünden mi?
Ben Hasan Tahsin, İzmir’in ilk şehidi. Diliyorum inandıklarım boşa
çıkmamış; ve İzmir’i düşmandan temizlemişsinizdir. Yaşadığım kısacık hayatta,
tek dileğim Türk milletinin bekasıydı. Atalarımın kudretini ve cesaretini
bildiğim gibi, benden sonrakilerin de vatanını sonuna kadar savunacağına
eminim. Nacizane kanım yerde kalmayacaktır bilirim; çünkü Türk için namusu ve
vatanı her şeyden daha önemlidir. Zafer gününü heyecanla bekliyor olacağım. Ben
İzmir‘ e aidim ve izin verdiğiniz sürece aranızdan ayrılmayacağım. Tanrım Türk
milletini bir daha vatanını müdafaa mecburiyetine düşürmesin! Varsa hakkım
helal olsun, siz de hakkınızı helal edin..
Tuğba Çiçek
18.02.2013
Tuğba Çiçek
18.02.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder