18 Şubat 2013 Pazartesi

BİR ANLIĞINA HASAN TAHSİN



Gökyüzüne bakıyorum, bir yaş düşüyor anlıma. Ben Hasan Tahsin, 31 yaşında bir millet sevdalısı. Gülümsüyorum son şehadetimi getirirken, dilimde kan tadı, gözlerimde yağmur damlaları..Tanrı rahmetini esirgemiyor benden, bedenimle birlikte ruhum da temizleniyor. Ben İzmir’in ilk şehidi, çılgın gazetecisi ve başarabildiysem ilk kıvılcımı. Duyun beni!

Ben Osman Nevres Recep, ama siz beni Hasan Tahsin olarak hatırlayın. Adım önemli değil taşıdığım kimliğin ve savunacağım düşüncelerin, vatan uğruna akıtacağım kanımın yanında. Balkanları bilir misiniz, hele ki 1800 sonlarını? Ben söyleyeyim; milliyetçiliğin, ihltilalciğin, devrimciliğin, ayrılıkçılığın tohumlarının atıldığı ve her geçen gün yeşerdiği bir ortamda doğdum ben, 1888‘ de Selanik‘ te. Mustafa Kemal‘ den sadece 7 yaş arkasında, onunla aynı okullarda benzer duygularla yetiştim. Bahsettiğim kavramların yüceliği muhakkak; ama bu tohumlar, içinde bulunduğunuz devletinizin içinde yeşeriyor ve bir sarmaşık gibi duvarlarınızı parçalıyorsa, ruhunuzu darmadağın edebilecek güçte duygular da yaratabiliyorlar. 

Memleket…. Neresiydi benim memleketim. En önemlisi kimdim ben? Balkanlarda doğmuş bir Osmanlı çocuğu, bunca ayrılığın, savaşın arasında yolunu nasıl belirleyecekti? Parsel parsel, yürek yürek uzaklaşırken kalbimizin attığı Osmanlı‘ dan, ben de sırtımı dönecek miydim ekmeğini yediğim ülkeme? Hayır, hayır ; asla… Hem zaten Fevziye Mektebi‘ nde öğretmemişler miydi Türk’ün şanlı tarihini? Anka Kuşu değil miydi benim milletim; yok olduğu yerde yeniden doğar; küllerini ateşe tutmaz mıydı?

Atalarımın ruhuma nakşettiği vatan- namus anlayışı yüreğimin telini sızlatırken, düşmanın baskısı nefesimi keserken yapacağım şey belli. Muallim Cevat Bey, boşuna öğretmiş olamaz bana bunca şeyi; ne onu, ne ailemi ne de Türk kardeşlerimi yalnız bırakamam bu savaşta. 

Korkuyorum…

Ben Osman Nevres Recep, korkuyorum bizi bekleyen gelecekten. Ama memleketimi savunacak gücüm var. İstanbul’ a geldim; burası memleketin kalbinin attığı yer. Başlangıç ta burda son da. Tanrım bizi vahim sonlardan korusun!

Kalbim sıkışıyor, duyduklarım doğru muydu? Ben ki Balkanların ayrılıkçı ve azgın siyasetinden kaçmış, belki işe yararım umuduyla buraya gelmiştim. Ama şimdi gördüğüm hali anlatmaya kelamım yetmez. Rüştünü yeni ispatlamış, İstanbul’u ilk kez görmüş bir gençken bile halkın durumunun vehametini ben görebiliyorken; Bab-ı Âli ne yapıyordu? Neden sessizce duruyor, bedeninde açılan yaralara çaresizce bakıyordu? Neydi bu baskının sebebi, neden insanlar birbirlerinden kaçıyor birlik olmak varken? Padişahın zulmü  ne zamandır düşman yerine halk üzerine olmuştu?

Bir grup var, adını buraya gelmeden önce Muallim Cevat’ tan öğrenmiş ve haklarında araştırmalar yapmıştım: İttihatçılar diyorlar kendilerine. İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında Türkçülüğü savunuyorlar, Türk’ü arkadan vuran kim varsa – padişah dahil- müdahale ediyorlar. Sanırım tekkemi buldum; bir an önce aralarına girmeli ve vatanım için bir şey yapmalıyım. Heyecanlıyım.. Hem de çok..

İstanbul’ da kara bulutlar, yağmur yağıyor…İnsanlar çaresiz, korku içinde.. Zaman daralıyor.. ‚Onlar koruyamazlarsa sen koru  milletini.‘ diyor içimden bir ses. Nihayet kabul edildim cemiyete  ve bir süredir onlarla çalışıyorum. Jön Türk diyorlar bize ve millet için faydalı olacağına inandığımız planlarımız var. Yavaş olsa da her geçen gün yaklaşıyoruz amacımıza; ancak sadece dışarıdakilerle değil içerimizdeki hainlerle de savaşmak zorundayız. Düşünüyorum bazen hangisi daha tehlikeli; adını sanını bildiğin düşman mı, yoksa yamacında sessizce sırtını dönmeni bekleyen mi? Düşünmek başımı ağrıtıyor… 

Cemiyete bağlı kurulan Osmanlı Gizli Servisi göreviyle çalışan Teşkilat- ı Mahsusa’ da yer almak çok heyecanlı. Nihayet benim de sıram geldi; vatan uğruna gerekirse silah bile çekebilirim. Gözümü kırparsam namerdim, böyle bilin.

Sene 1908, İstanbul çok hareketli bu günlerde. Padişahın hükmünün sınırlandığı, anayasal bir düzlemde daha adil bir yönetim için, mazlum halkı korumak ve Osmanlının bekası için meşrutiyeti yeniden ilan ettirdik. Avrupa her geçen gün yaklaşıyor; sonu görüyorum sanki.. Dua ediyorum..

Bazen hayat tepetaklak oluyor; bildiğin, alıştığın her şey koca bir geçmişten ibaret. Bunca yıldır güvendiğimiz ordumuz artık yetmiyor; zira bu dönemde savaşın yöntemleri değişti. İlimle savaşıyor insanlar, teknolojiyle güçleniyorlar; bağnazlıktan uzaklaşıp nesnel bakıyorlar olaylara, tarihe ve kendilerine.. Beni en çok endişelendiren de emperyalist güçlerin girişmiş olduğu psikolojik yöntemler. Parçala, böl ve yönet diyorlar buna. Nifak tohumları at ve sessizce izle… Namussuzlar..

Sanırım az önceki sorumun cevabını buldum, yani tehlikeli düşmanın kim olduğunu. Herkesle savaşabilir bu vatanın evlatları; ama birbiriyle başa çıkabilir mi? Cehaletle, korkuyla dahası kendi kardeşiyle savaşabilir mi? Herkes kendine bir çıkış yolu arıyor, bulduğunu da en doğru yol sanıyor. Türklük, İslamcılık, Mandacılık, Osmanlıcılık diye bağırırken ama kimse kimseyi duymazken nasıl olacak bu iş?

Her şeyin bir sırası var, kader izin veridiği müddetçe görecek ve göstereceğim Türk’ ün yılmazlığını..Şimdi ilk görevim Avrupa‘ ya gidip orada, emperyalist güçlerin arasında kendimize bir yer edinmek. Amacımız belli; okuyacak, öğrenecek ve oyunu kurallarına göre oynayacağız.

Trenlerde bir sürü heyecanlı genç; Avrupa‘ nın çeşitli ülkelerine doğru yola çıkıyoruz. Ben Paris‘ e gidiyorum teşkilatın desteğiyle; Sorbonne Üniveristesi‘ nde hukuk ve felsefe okuyacak, sosyolojı bilimi hakkında uzmanlaşacağım. Halkı layıkıyla aydınlatabilmem için önce kalemimi doğru ve dürüstçe tutabilmem gerek.

Paris’ teyim… Dünyanın her tarafından top sesleri geliyor, havada kesif bir barut kokusu.. Boğuluyorum sanki; aldığım görevler, dinlediğim nutuklar yetmez oluyor bana..Zaman mı yavaşladı? Bir müzedeyim şu an, karşımda bir tablo; üzerinde resmedilmiş cephede bir asker. Tanrım, bana vatanım uğrunda şehit olabilme ayrıcalığı ver ! Neden sonra farkediyorum gözlerim yaşlanmış, ellerim titriyor. Rabbim duy sesimi!

Fransız Devrimi nedir bilir misin? Mutlak monarşinin birlik olmuş halk tarafından kısıtlanmasıdır. Fakirliğe, eşit olmayan gelir dağılımlarına, kralın baskısına halk ile soylular arasındaki uçuruma bir ‚dur‘ diyen harekettir. Bunları anlatıyorum çünkü bizim amacımız da bu.. Padişah artık mutlak hakim değil; zulüm gören halk daha çok acı çekmeyecek…Her şeyin bir sonu var, bu kötü gidişatın olduğu gibi… Ben göremeyecek olsam da var…

Zaman çabuk geçiyor, Duydum ki Trablusgarp‘ ta bir savaş cereyan etmiş. Dört bir yandan saldırıyor düşman askerleri. İsviçre‘ ye gideceğim, oradaki hava da buradan farklı değil. Her yerde Türk aleyhtarı gösteriler, propogandalar, sloganlar, yalan haberler. Gerçeği nasıl göremezler zulmeden değil, zulüm gören biziz, biz! Onlara göstereceğim Türk kimmiş!

Osman Suavi ile birlikte İsviçre‘ de bir sinema salonuna giriyoruz. Trablusgarp hakkında bir belgesel gösteriliyor. Bu Avrupalılar gerçekten yalancı, koca bir hain! Sanki İtalyanlar değil de biz işgal ettik kendi topraklarımızı! Tanrım ne diyor bunlar? Suavi‘ ye bakıyorum o da yumruklarını sıkıyor. Artık dayanamıyor, kalkıp ayağa tabancamdaki üç kurşunu perdeye sıkıyorum. Bağırdığımı hatırlıyorum; ‚Bizim sizden ne farkımız var, ben de sizinle aynı dili konuşuyorum, sizler gibiyim. Türkler barbar değil sadece vatan toprağını korumaya çalışıyorlar! Bu herkesin hakkı!‘ İnsanlar can havliyle kaçarken beni duydular mı bilmiyorum, umrumda da değil… Yakapaça bir karakola götürülüyorum ve ifadem alınıyor. Pişman değilim, Türklük aleyhinde yine konuşsunlar, yine yalan söylesinler yine aynısını yaparım! Fransız bir gazeteci olay sonrasında hakkımda ‚vatanperver bir genç‘ diye yazmış. Farkına varmalarına sevindim doğrusu!

Burada gün geçmiyor ki beni ve arkadaşlarımı tahrik edecek bir olay olmasın. Yine Suavi ile gittiğimiz bir lokantada bir kavga çıkarınca İsviçre mahkemesi beni sınırdışı ediyor. Ben zaten Fransa‘ da öğrenim görüyorum; kalmadım ülkenize!

Zaman geldi, buradaki görevim bitti ve İstanbul‘ a dönüyorum diye sevinirken, acı gerçek suratıma tokat gibi indi. Durum bıraktığımdan daha vahimdi. Bir avuç kahraman Trablusgarp‘ ı müdaafaya çalışırken koca halk ve saray kör olmuşçasına oturuyorlardı yerlerinde. Böyle acı bir tabloyu en nihilist ressamın eserlerinde bile göremezdiniz. Bu sırada Balkanlardaki ayaklanmalar ve Türk aleyhtarı hareketler iyice yoğunlaşıyor, oradaki halk emperyalist başkanların önderliğinde haklarını arıyorlardı. Başkası söylese inanmaz, inanmak istemezdim ama her milletin gözünü açtığı böyle bir zamanda uyuyan sadece biz varız. Korkarım Trablusgarp‘ tan sonra bir de Balkan Savaşı tehlikesi kapımızda! Heyhat!

Siz arada kalmak nedir, bilir misiniz? Kendi anlı şanlı milletiniz gaflet içinde beklerken ve siz var gücünüzle onları korumaya çalışırken, tarihte ismi bile zor hatırlanan milletlerin tek yumruk olup size kafa tutması nasıldır? İmrenirken onlara özgürlük yolunda, kendi adınıza yüreğinizin acıması ne büyük ikilemdir bilir misiniz? Ben bilirim, bilirim de ümidimi yitirmem. Allah çok büyük…

Aldığımız istihbaratlara göre bir Balkan Cemiyeti hazırlanmış, tahmin edilebileceği gibi Sırp, Yunan, Bulgar ve Karadağ halkını bize karşı ayaklandıracaklar. Başlarında İngiltere’nin görevlendirdiği nüfus sahibi iki kardeş; Buxton Kardeşler diyorlar onlara. Tarafsız konumunu koruyan Romanya’yı bize karşı kışkırtmak  ve muhtemel Balkan harbini yaratmak için gerekli güç ittifakını kurmak amaçları. Ben gösteririm onlara ittifak nasıl kurulurmuş! Kardeşi kardeşe kırdıracaklar akılları sıra! Atılıyorum öne, bu kutsal görevi kimseye bırakacak değilim. Büyük bir zevkle sıkacacağım kurşunu kafalarına!

Ben Hasan Tahsin, bu yeni kimliğim. Gerçek adımın ifşa edilmemesi, planlarımızın başarısı açısından çok önemli. En ufak hata, vatanımızı kaderiyle başbaşa bırakmak demek. Bükreş‘ e geldim ancak görüyorum ki Buxtonlar bayağı iş başarmışlar. İnsanlar söylenen yalanlara, kışkırtmalara öylece inanıyorlar. Sanırım yakında kurşun yüzünden değil ama stres ve üzüntüden öleceğim.

Sene 1914, bekliyorum… Türk aleyhtarı bir gösterideyim; çıkışta onları yakalamayı planlıyorum. Tanrı yardımcım olsun; ama bu anlatılanları sükunetle dinlemek çok zor. Çıldırmak üzereyim. Koridora çıkıyorum en azından duymam ve dikkatim dağılmaz. Bir süre sonra görüyorum onları, yanyana yürüyorlar. Tabancam elimde; terliyor ellerim, dua ediyorum ellerimin titrememesi için. Tüm kudretimle basıyorum namluya, iki kez. Önce ikisinin de yığıldığını sanıyorum ama hayır, sadece küçük olanı vurabilmişim. Yakalıyor birileri beni, işimi bitiremiyorum.

Yine karakol, yine soruşturma. Mahkemede anlattım zaten, bu bireysel bir husumet değil; vatani bir görevdi. Bu adamları tanımam, kimsenin canına da durduk yere kastetmem. Ancak hep söylüyorum her kim ki Türklüğe laf edecek, ona zarar verecek; kurşunumun tadına bakacaktır! Romanya mahkemesinin heyeti geniş görüşlü insanlardan oluşuyor; pekala yaptığım suikastın sebebini anlayabilir, bu hareketlerin Türkleri ve Balkanlardaki milletleri olumsuz etkileyeceklerini görebilirler. Ortada bir siyeset izleyen mahkeme, beni 10 yıla mahkum ediyor. Vatan için kaderimde varsa mahpus olmak, razıyım.. 

Günler geçiyor, teşkilattan bir şekilde haber alıyorum. Bu sırada ziyaretime Lord Buxton geliyor ara sıra, bana kitaplar getiriyor. Hayır, hayır dost olmadık; bana yaptığımın nedenini sordu ve ona hissiyatımı ve dahi sorumluluklarımı anlattım. Artık birbirimizi anlıyoruz, en azından özgürlük ve vatanı savunma hakkının bir tek İngilizlere ait olmadığını farketti.

Yarım kalan görevlerim vicdanımı sızlatıyor. Buradan bir an önce kurtulup gidişata dur demeliyim. Çaresizlik beynimi kemiriyor; konuşmuyor, yemek yemiyor, sadece düşünüyorum. Çok zayıfladım, bir de saçlarım beyazlamaya başladı. 28 yaşında gençliğini hiç yaşamamış, aklı sevdiklerinde ruhu vatanına ait bir insanım ben. Kardeşlerime sık sık kartpostallar atıyorum; iyi bir abi olamadım, iyi bir eş belki de iyi bir evlat.. Ama beni bekleyenlere bu kadarını borçluyum; iyi olduğumu bilsinler yeter. Umarım bir gün kendimi onlara affettirebilirim.

Tüm dünya savaşıyor, Osmanlı Almanya ile müttefik. Ülküdaşlarım çalışırken  ben burada oturamam. Savaşın başlamasından iki yıl sonra 1916’ da Türk – Alman askerleri Romanya’ ya giriyor. Bu benim kurtuluşum demek. Kaçarken ayağımda bir yanma hissediyorum ama bakmaya fırsatım yok. Bir Alman birliğine sığınıyorum, İstanbul’ gitmeme yardım edeceklerini ama önce ayağımdaki kurşunu çıkarmaları gerektiğini söylüyor bir komutan. Hayır vaktim yok, bir an once İstanbul’ da olmalıyım!

İstanbul’ da teşkilat doktoru ayağımdaki kurşunu ameliyatla alırken aklımda kaçınılmaz bir plan var; Londra Parlamentosu’ nu havaya uçuracağım! Evet, yanlış duymadınız; onları yok edeceğim! Madem ki Türk’ü sona iten, tüm Anadolu’yu birbirine düşüren kararlar orda alınıyor, bunu hakettiler! Bir yolunu bulup Londra’ ya ulaşmalıyım ama nasıl? İsviçre üzerinden geçsem? Emperyalistlerin gizli servisleri kuş uçurtmuyor, gidemiyorum.. Başka bir yol olmalı ama ne? Bir süre Lozan’ da kalmak mecburiyetindeyim; buradaki aydın kardeşlerimle toplantı halindeyiz. Kafamda bir şeyler oluşmaya başladı, bu sefer farklı bir alanda savaşacağım!

Bir süre sessizce yürütmeliyim işlerimi. Durum her geçen gün kötüleşiyor. Ülke içinde ve dışında bir sürü söylenti var: Paris’ te yapılan barış konferansında İzmir’i bölgedeki Rum vatandaşın çokluğu yalanıyla Yunan’ a vermeyi kararlaştırmışlar. Bakalım Ege’ de hak idda eden İtalya bu duruma ne diyecek?  Bab- ı Âli söylentiyi yalanlıyor ama sinsice mevki değişiklikleri yapmaya başladı bile. Dünya harbi bitmek üzere, sonunda nasıl bir barış ortamı yaratılacağını merak etmiyor değilim; ama tahminim bizim lehimize olmayacağı yönünde. Umarım yanılıyorumdur!

Tarih 30 Ekim 1918, Mondros Ateşkes Anlaşması bugün imzalandı; anlayacağınız savaş resmen son buldu. Osmanlı mı? Osmanlı diye bir devlet kalmadı, başta İngiltere ve Fransa gözleri kan bürümüş şekilde topraklarımızı paylaşıyor; Amerika, İtalya, Yunanistan ve bir sürü devlet bundan nemalanıyordu.

Duvarlar üstüme üstüme geliyor sanki, nefes alamaz haldeyim! Halkın durumu vahim, izlenilen milli iktisat programı Anadolu topraklarında karaborsacılar ve vurguncuları ihya ediyor. Anlayacağınız halk yine ezilen, yine zulüm gören oldu. Ne değişti diye sorarsanız, öncesinde Avrupalılar tarafından sömürülen halk, şimdi Türk tüccarar tarafından sömürülüyor…

Onların sesi olacağım! Kemeraltı’ nda bir gazete çıkarmaya başladım: adı Hukuk-i Beşer; yani insan hakları… Başta ılımlı bir şekilde davranırsak vatanı esenliğe çıkarabiliriz diye düşünürdüm ama ne emperyalistlerin ne de dahili düşmanlarımızın yaptıkları durmayacaktı. Yazılarımı Türk halkını uyandırmak için yazıyorum, bilinçlendirmek ve kendi haklarını savunur hale getirebilmek için. Bu ülkeye bir gün barış gelecek ama halkımın biraz desteğe ve de cesarete ihtiyacı var, biliyorum ve bunu ben vereceğim!

Ben Vatansever Hasan Tahsin, bir Osmanlı milliyetçisiyim. Avrupa’ daki ayrılıkçı harekete de, emperyalizme de, dinsel sömürüye, devlet içindeki haksız baskıya ve adaletsiz gelir dağılımına da karşıyım! Kim ki bunları savunur, benim düşmanımdır böyle biline! Sahip olduğumuz vatanı ancak biz kurtarabiliriz. Bunun için içimizdeki vatan aşkını, namus ve şerefi, kanımızdaki cesareti görmemiz yeter. Ey türk halkı, meyus olma! Silahlarımızı toplasınlar. Evlatlarına silah tevzi etsinler. Benliğimizi parçalasınlar. Ruhumuzu ezsinler. Fakat asla, asla unutmasınlar ki, Türk ölmedi, yaşıyor. Kalbinin, ruhunun, müslümanlığının, peygamberinin telkin ettiği ilhamat ile yaşıyor. Ve burayı Yunan‘ a vermeyecektir. Vermek isteyecek kuvvetle paylaşacak kozumuz var. Hatta, süngülerimiz, silahlarımız olmasa bile… Asi ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bu memleketi müdafaa edeceğiz.

…Yalnız bunu da unutmasınlar ki, Çanakkale kahramanlarının, mavi beyaz kucağında salibi taşıyan Yunanlılığın canavar hakimiyeti altında yaşatacak tek hemşiresi, tek bir validesi, ufak bir Türk benliği yoktur. Ancak, evet ancak hilalin al gölgeleri altında Hakanıyle, pay-ı tahtı ile, İzmir’i ile yaşayacak bir Türklük vardır.….Çünkü her şeyden üstün namusumuz var…

Kordon’ da gemi sayısı her geçen gün artıyor. Gizlemeye çalışsalar da ahmak değiliz, farkındayız ki işgal yaklaşıyor. Ancak halkın anlaması gereken bizim düşmanımızın Yunan olmadığıdır, asıl düşman onu destekleyen ve üzerimize salan emperyalist devletlerdir. İzmir Valisi Nurettin Paşa, Osmanlı Devleti tarafından görevden alınıp yerine Kambur İzzet ve Kolordu Komutanlığı'na da Ali Nadir Paşa atandı ve kendilerine Yunan askerine mukavemet edilmemesi ve herkesin misafirperverlikle karşılanması gerektiğine dair sert bir dille uyarı gönderildi. Demek öyle, onlar direnmezse ben direnirim hem de tek başıma! Hele bi ayak bassınlar İzmir‘ e, o zaman görün mukavemeti!

Halkı bilinçlendirme çabalarımız devam ederken "Redd-i İlhak Heyeti Milliyesi" adında bir cemiyet kurduk ve en önemli planımız bir miting düzenlemek. Yarın 14‘ ü 15‘ e bağlayan Mayıs gecesinde olacak bu toplantı, Maşatlık Meydanı‘ nda yani Yahudi Mezarlığı‘ nda. Toplantıyı orta bir yerde yapıp amacımızı afişe edemezdim, burası bizim için en uygun yer. Bastığımız bildirileri Sultani öğrenciler yardımıyla tüm İzmir sokaklarına dağıttık. Vatanı seven, İzmir’i, Allah’ını seven gelecek!

Ne hissediyorum ayırt edemiyorum; coşku, heyecan, ihtiras, cesaret, endişe vs. Hepsi bir arada. Tuttuğum bildiriyi okurken ellerim titriyor, gözlerim kararıyor. ‘Ey Bedbaht Türk! Wilson prensipleri unvan-ı insaniyetkâranesi altında senin hakkın gasp ve namusun herkediliyor.Buralarda Rum’un çok olduğu ve Türklerin Yunan’a iltihakını memnuniyetle kabul edeceği söylendi ve bunun neticesi olarak güzel memleket Yunan’a verildi. Şimdi sana soruyoruz: Rum senden daha mı çoktur? Yunan hakimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini göster. Tekmil kardeşlerin Maşatlık’tadır. Oraya yüzbinlerle toplan. Ve kaahir ekseriyetini orada bütün dünyaya göster. İlan ve ispat et. Burada zengin, fakir, âlim, cahil yok. Fakat Yunan hakimiyetini istemeyen kütle-i kaahire vardır. Bu sana düşen en büyük vazifedir. Geri kalma. Hüsran ve nekbet faide vermez. Binlerle, yüzbinlerle Maşatlık’a koş ve Heyet-i Milliye’nin emrine itaat et!...’

Her yerde ateşler, coşkulu sesler. Allah’ım ne kutlu, ne mübarek bir gece! Biliyorum, bu gece burada galibiyet kıvılcımını atabilirsem yarından korkmamıza gerek yok. Türk milleti vatanını asla başkasına bırakmayacaktır!

Sabah olmak üzere, insanlar dağılmakta.. Sesler uzaklaşıyor, görüntüler siliniyor hafızamdan.. İzmir‘ e bakıyorum; mavi gözlü nazlı gelin. Kimler el sürmeye çalışıyor körpe bedenine, kimler kirletmek istiyor seni? Kim leke sürmek istiyor bembeyaz alnına? Eve gitmiyor, Kordon‘ a doğru yürüyorum; yanımda Yusuf. Konuşmuyoruz ikimizde ama hissediyorum bana sormak istedikleri var. Gün ağarırken oturuyoruz bir duvarın üstüne. Bir sigara yakıyorum, ateşleyen Yusuf. Ne yapacağız, diyor bana. Ümitsiz olmadığımızı söylüyorum, yarın Türk halkının dövüşeceğini ve kurtuluş kıvılcımının belki de İzmir‘ de atılacağını… Anlamaz gözlerle bakarken bana, içimde bir yerlerde hissediyorum yarın atılacak ilk kıvılcım tüm Anadolu‘ ya yayılacak ve onu aydınlatacak. Kendime saklıyorum bu son düşüncemi… Kararımı çoktan verdim.

Sabahın erken saatlerinde toplanmaya başlıyor insanlar, donanmalar biraz daha yaklaşıyor rıhtıma. Bir kıraathanede bekliyorum; zihnim bulanık, ellerim sinirden titremekte. Sesler duyuyorum belli belirsiz, kahkahalar, çığlıklar, bando sesleri… Hiçbiri benim toprağıma ait değil. Beynim zonkluyor! Hissiyatımı anlatmaya dilim yetmez, gönlümdeki ateş herkese yeter. Cebimdeki silahıma değil, ruhumun ateşine güveniyorum.

Meydanda mahşeri bir kalabalık, Yunan askerleri şehre girmeye başladılar. Rumlar çiçekler fırlatıyor, tezahüratlar ediyorlar. Genç Rum kızları gelinler gibi bembeyaz giyinmiş. Kalabalığa karışıyorum aklımda Yusuf‘ a söylediklerim. Biliyorum beni delikdeşik edecekler, ama ben de onlardan birkaçını parçalayacağım. Gerisini halk halledicek, denizden geleni denize dökecekler. Ayaklarım titriyor kalabalığı yarmaya çalışırken. Zaman ağırlaştı sanki, havada kapkara bulutlar. Bir tarafta bekleyen Türk aslerine bakıyorum ama direnmemelerine dair kesin emir var. Halk evlerine saklanmış, pencerelerinden gizlice olan biteni izliyor. 

Kardeşlerim düşüyor o an aklıma sonra İzmir’in güler yüzlü, güçlü kadınları…Körpecik çocuklar, elleri kınalı nineler… Tanrı’dan onları korumasını diliyorum.

Bir aracın üstünde Rum Metropoliti Hrisostomos düşüyor görüş alanıma, gözlerinde yaş, karaya ayak basan askerleri büyük bir sevinçle kutsuyor…Öfkem bedenimden taşar halde; onu da haklamak vardı ya kurşunumu harcayamam. Onun çaresine nasılsa bakacaklardır. Ben amacıma odaklanmalıyım.

Askerler meydana ulaştılar, Türk bayrağına ulaşmak üzereler. Elimde revolverim koşmaya başladım. Olamaz, olamaz, böyle kollarını sallaya sallaya giremezler. Sonunda ölüm var, kan var. Bunu anlamalılar! Artık her şey bitti, geri dönüşüm yok. Silahım patlıyor kulakları çınlatan bir sesle, ve önce Yunan bayrağının, ardından da bayraktarın yere yığıldığını görüyorum. Herkes korkudan kaçmaya başlıyor. İçimde bir çocuk sevinç çığlıkları atarken ben diğer kurşunlarımı da ateşliyorum düşman üstüne. Askerler ve başlarındaki komutan bu beklemedikleri isyan karşısında afallıyor, bazıları kendini denize atıyor. Korkaklar! Ama biliyorum çok geçmez farkederler yalnız olduğumu.. Maşatlıkta yanımda olanlar nerde? Canları sağ olsun, yeter ki vatan sağ olsun!

Geri çekilmek zorundayım, kurşunum bitti. O an penceresinden yaşlı gözlerle olayları izleyen nine benim şahidim olacak Tanrı katında. Korkmuyorum, aksine görevini yerine getirmenin mutluluğu içimde tüm enerjimle koşuyorum. Ve o an bir ses kulağımda, beynimde bir ateş; hayır,nefesim hala kesilmedi. Yere düşüyorum…

Ben Hasan Tahsin, 31 yaşında bir millet sevdalısı… Ömrünü vatanına feda etmiş, asla pişman olmamış bir gazeteci. Bir yaş düşüyor alnıma, Tanrı rahmetini esirgemiyor benden. Bedenime giren süngüler bana acıdan çok huzur veriyor, gözlerimde yaşadıklarım, dilimde son şehadetim. Eşhedü enla ilahe illallah… , tamamlayamıyorum. Hala batırıyorlar paramparça bedenime, ölmemiş olmamdan mı korkuyorlar, Türk’ün gözü karalığından ve gücünden mi?

Ben Hasan Tahsin, İzmir’in ilk şehidi. Diliyorum inandıklarım boşa çıkmamış; ve İzmir’i düşmandan temizlemişsinizdir. Yaşadığım kısacık hayatta, tek dileğim Türk milletinin bekasıydı. Atalarımın kudretini ve cesaretini bildiğim gibi, benden sonrakilerin de vatanını sonuna kadar savunacağına eminim. Nacizane kanım yerde kalmayacaktır bilirim; çünkü Türk için namusu ve vatanı her şeyden daha önemlidir. Zafer gününü heyecanla bekliyor olacağım. Ben İzmir‘ e aidim ve izin verdiğiniz sürece aranızdan ayrılmayacağım. Tanrım Türk milletini bir daha vatanını müdafaa mecburiyetine düşürmesin! Varsa hakkım helal olsun, siz de hakkınızı helal edin..

Tuğba Çiçek
18.02.2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder